Oyun Oynamak Çok Ciddi Bir İştir: D. W. Winnicott’la Oyun ve Gerçeklik

Hepimizin çocukluğundan kalma, belki artık bir çekmecenin dibinde unutulmuş ama bir zamanlar dünyamızın merkezi olan nesneler vardır: O yumuşacık ayıcık, kenarı püsküllenmiş battaniye, belki de hiç kimsenin anlamadığı ama bizim için sihirli olan bir kelime… Peki, bu nesnelerin, saatlerce kendimizi kaybederek oynadığımız oyunların ya da bir sanat eserine veya bir melodiye dalıp gittiğimiz anların ruhsal gelişimimizle ne gibi bir bağlantısı olabilir? İşte bu soruların peşine düşen, pediyatriden psikanalize uzanan eşsiz bir kariyere sahip D. W. Winnicott, bize “Oyun ve Gerçeklik” kitabıyla büyüleyici bir kapı aralıyor. Onun pediyatrik kökenleri, insan gelişiminin en erken evrelerine benzersiz bir hassasiyetle eğilmesini sağladı ve karmaşık psikanalitik fikirleri şaşırtıcı derecede anlaşılır bir dille ifade etmesine olanak tanıdı.

Winnicott, hayatın sadece iç dünyamızın derinliklerinde ya da dış dünyanın katı gerçekliğinde yaşanmadığını söyler. O, tam da bu ikisinin arasında, ne tam içsel ne tam dışsal olan, ihmal edilmiş ama hayati öneme sahip bir “üçüncü alan”, bir “ara deneyim bölgesi” olduğunu keşfetmemizi ister. Burası ne tam hayal ne tam gerçek; burası oyunun, yaratıcılığın, kültürel deneyimin ve belki de en önemlisi, gerçekten yaşadığımızı hissetmenin filizlendiği yerdir. Gelin Winnicott’ın eşsiz bakış açısıyla bu alanı keşfe çıkalım. İçinizdeki o meraklı, oyuncu benliği yeniden uyandırmaya hazır mısınız?

Her Şeyin Başlangıcı: “Yeterince İyi Anne” ve Potansiyel Mekân

Winnicott’ın düşünce dünyasına adım attığımızda, karşımıza ilk çıkan ve belki de en temel kavramlardan biri “yeterince iyi anne” (veya bakım veren) olur. Bu terim, asla hata yapmayan, mükemmel bir ebeveyn figürünü değil, tam tersine, bebeğin ihtiyaçlarına başlangıçta büyük bir hassasiyetle, neredeyse bebek ne hayal ettiyse onu sunarcasına uyum sağlayan ama zamanla, bebeğin kaldırabileceği ölçüde, minik hayal kırıklıkları yaşatarak gerçekliğe adım atmasına yardımcı olan annedir (veya babadır, bakım verendir). Bu sadece bebeği beslemek değil, aynı zamanda ona güvende hissettiren bir “kucaklayıcı çevre” sunmaktır.

Winnicott’a göre, başlangıçta anne, bebeğin ihtiyaçlarına neredeyse kusursuz bir şekilde uyum sağlar. Bebek acıktığında meme oradadır, rahatsız olduğunda kucak hazırdır. Bu o kadar pürüzsüz bir uyumdur ki, bebek bir “yanılsama” yaşar: Sanki ihtiyaç duyduğu şeyi (memeyi, rahatlığı, dünyayı) kendi düşüncesiyle, kendi isteğiyle kendi yaratmıştır. Bu “tümgüçlülük” hissi, bebeğin öz güveninin, dünyayla ilişki kurma arzusunun ve yaratıcı potansiyelinin ilk tohumudur.

Ancak “yeterince iyi anne”nin görevi burada bitmez. Bebeğin dayanma gücü arttıkça, anne bu kusursuz uyumu kademeli olarak azaltmaya başlar. Artık meme belki birkaç saniye gecikir, kucak hemen gelmez. Bu minik, baş edilebilir hayal kırıklıkları, bebeğin annenin ve dış dünyanın kendisinden ayrı varlıklar olduğunu, her şeyin kendi kontrolünde olmadığını fark etmesine yardımcı olur. Eğer bu çevre yeterince iyi olmazsa, bebek ihtiyaçları karşılanmadığında veya annenin tutarsızlığı karşısında başa çıkma yolu olarak, gerçek duygularını gizleyen ve dış dünyaya uyum sağlamaya çalışan bir “sahte kendilik” geliştirebilir. İşte bu hassas “uyum sağlama ve yavaşça geri çekilme” dansı, yani annenin bebeğe önce yanılsama yaşama fırsatı verip sonra onu nazikçe gerçeklikle tanıştırması, bebek ile anne arasında özel bir alan yarattığını söyler: “Potansiyel mekân”. Bu, ne tam bebeğe ait ne tam anneye ait, ikisinin etkileşiminden doğan, güvenle ve oyunla dolacak olan bir alandır.

Geçiş Nesneleri: İç ve Dış Dünya Arasındaki İlk Köprüler

Bu potansiyel mekânın en bilinen sakinleri “geçiş nesneleri“dir. Winnicott, bebeklerin ve küçük çocukların özel bir bağ kurduğu bu nesnelerin (o vazgeçilmez ayıcık, parmak emilirken yüze sürtülen battaniye kenarı, belki “Baa” gibi sadece çocuğun bildiği bir isimle çağrılan bir bez parçası) sadece basit birer oyuncak veya avutucu olmadığını söyler. Ama Winnicott sadece nesneleri değil, “geçiş olgularını” da bu kapsama alır: Bebeğin agucukları, uykuya dalarken çıkardığı ritmik sesler, belirli davranış kalıpları… Hepsi bu ara alana aittir.

Bunlar bebeğin ilk “ben olmayan” ama aynı zamanda tam olarak dış dünyaya ait de görmediği, üzerinde tartışmasız haklar iddia ettiği, hem şefkatle sevdiği hem de öfkeyle hırpaladığı nesnelerdir. Winnicott bu nesnelerin bazı temel özelliklerini sıralar: Bebek nesne üzerinde hak iddia eder; nesne hem sevgiyle kucaklanır hem de öfkeyle hırpalanır ama hayatta kalır; bebek tarafından değiştirilmedikçe değişmemelidir; sanki kendine ait bir canlılığı varmış gibi hissettirir ama aslında değildir; ne tam içsel ne tam dışsaldır; ve zamanla anlamını yitirir, yas tutulmaz ama kültürel alana yayılır. Winnicott’ın bir vaka örneğinde belirttiği gibi, bir çocuğun oyuncak tavşanı sadece bir ‘avutucu’ olabilirken, diğer kardeşin ‘Baa’ adını verdiği battaniye kenarı, tam da bu ara alanda işlev gören gerçek bir ‘yatıştırıcı’, yani geçiş nesnesidir.

Winnicott, buradaki temel paradoksa dikkat çeker: Bu nesne hem bebek tarafından yaratılmıştır (çünkü bebeğin ihtiyacına ve fantezisine hizmet eder, anlamını bebek verir) hem de dış dünyada zaten var olan bir şeydir (sonuçta fiziksel bir nesnedir). Yetişkinler olarak bizler, bu paradoksu sorgulamadan kabul ederiz; çocuğa “Bu sadece bir bez parçası” demeyiz ya da “Bunu sen mi hayal ettin?” diye sormayız. İşte bu kabul, bu sorgulanmayan alan, geçiş nesnesinin sihrini oluşturur. O, bebeğin anneyle kaynaşıklıktan ayrılığa doğru yaptığı yolculukta kullandığı ilk semboldür; iç ve dış dünya arasında kurulan ilk köprüdür. Sizin ya da çevrenizdeki çocukların hayatındaki bu “ilk hazineleri” düşündüğünüzde, Winnicott’ın bu narin ama güçlü bağ tanımı size de tanıdık geliyor mu?

Oyun Oynamak: Var Olmanın En Yaratıcı Yolu

Peki, bebekler ve çocuklar (ve aslında yetişkinler de) bu potansiyel mekânda ne yaparlar? Winnicott’ın cevabı çok net: Oyun oynarlar! Ancak onun oyundan kastı, sadece eğlence veya rekabet içeren yapılandırılmış aktiviteler değildir. Onun bahsettiği oyun, çocuğun tüm dikkatini verdiği, zaman ve mekân algısının değiştiği, dış müdahalelere kapalı, kendiliğinden ve kuralsız bir faaliyettir. Bu oyun, Winnicott’ın “potansiyel mekân” dediği yerde, yani ne tam içsel ruhsal gerçeklikte ne de dış dünyada gerçekleşir. Burası güvenli bir alandır ve çocuğun burada oynayabilmesi, başlangıçta annenin güvenilirliğine dayanır. Winnicott, çocuğun “bir başkasının (annenin) varlığında yalnız kalabilme kapasitesinin” de burada geliştiğini söyler. Yani çocuk, güvenilir bir yetişkinin yakınlarda olduğunu bilerek, kendi iç dünyasına ve oyununa derinlemesine dalabilir.

Şöyle düşünün: Bir çocuk bir kutuyu uzay gemisi yapıp saatlerce onunla maceradan maceraya koşarken, ya da parmak boyalarıyla kendini ve etrafı renklere bularken, aslında sadece “vakit geçirmiyor”. Winnicott için bu, en derin anlamıyla yaşamaktır. Oynamak, bir yapma eyleminden çok, bir olma halidir. Winnicott der ki: “Oyun oynamak yapmaktır.” Bu, içgüdüsel tatmin arayışından farklıdır; haz verse de asıl amacı bu değildir. Oyun, dış gerçeklikten alınan parçaların (bir sopa, bir taş, bir oyuncak bebek) içsel dünyadan gelen anlamlarla harmanlandığı, tamamen kişiye özgü, yaratıcı bir süreçtir.

Ancak Winnicott, her türlü fantezi kurmanın oyunla aynı olmadığını belirtir. Bazı fanteziler, kişiyi gerçeklikten koparan, çözülmeye yol açan, kısır ve tekrarlayıcı olabilir. Winnicott’ın bir hastası, analizinde bu durumu şöyle ifade eder: Fantezi kurmak onu enerjisiz bırakır ve ne rüya görmeye ne de yaşamaya katkıda bulunur. Oysa yaratıcı oyun, rüyalarımız gibi, bizi hem iç dünyamızla hem de dış gerçeklikle canlı bir şekilde bağlar, yaşam enerjisi verir. İşte bu yüzden Winnicott, terapinin bile ancak bu “oyun alanlarının” kesişmesiyle mümkün olabileceğini söyler. Hayatınızdaki “oyun alanları” neler? Ne zaman kendinizi gerçekten “oynarken” hissediyorsunuz?

Annenin (ve Ailenin) Ayna Rolü: “Beni Gör, Böylece Var Olayım”

Sağlıklı bir kendilik duygusu geliştirmesi için temel ihtiyaçlarından biri de “görülmektir”. Winnicott, bu noktada annenin (ve ailenin) ayna rolünü vurgular. Başlangıçta, annenin yüzü, bebeğin kendini gördüğü ilk aynadır. “Baktığımda görülüyorum, demek ki varım.” Bebek annesinin gözlerine baktığında, annenin ona sevgiyle, ilgiyle, anlayışla bakan yüzünde kendi yansımasını – kendi sevincini, kendi varlığını – görür. Annenin tepkisi, bebeğe “Evet, sen busun, seni görüyorum, duyguların gerçek ve anlamlı” diyen hayati bir geri bildirimdir. Bu görülme ve onaylanma hissi, bebeğin “Ben varım, ben gerçeğim” duygusunu geliştirir.

Peki ya anne, kendi endişeleriyle doluysa, depresifse ya da yüzü ifadesiz ve donuksa? O zaman bebek baktığında kendini göremez. Sadece annenin yüzünü, annenin duygularını görür. Bu durumda, kendi içsel deneyimini keşfetmek yerine, annenin ruh halini kestirmeye, onun beklentilerine göre davranmaya çalışabilir. Algı, yaratıcı ve kişisel kavrayışın yerini alır. Winnicott’ın hastalarından biri, sabahları ancak ‘yüzünü kuşanabildiğinde’ depresyondan çıkıp güne başlayabildiğini anlatır; bu, kendi kendine annelik yapma, aynada kendini onaylama çabasının bir yansımasıdır. Bir diğeri ise ünlü ressam Francis Bacon’ın resimlerine duyduğu ilgiden bahseder ve Bacon’ın ‘resimlerinin üzerine cam kaplamak istediğini, böylece insanların resme bakarken aynı zamanda kendilerini de görebileceklerini’ söylediğini aktarır. Bu örnekler, görülme ihtiyacımızın ve yansıtılma arayışımızın ne kadar derin olduğunu gösterir. Bu ayna rolü, çocuk büyüdükçe tüm aileye ve sosyal çevreye yayılır. Kendimizi ait olduğumuz grupların tepkilerinde, arkadaşlarımızın bakışlarında görmeye devam ederiz.

İlişki Kurmaktan Nesneyi “Kullanmaya”: Yıkım ve Sağlam Gerçeklik

Winnicott’ın psikanalitik düşünceye getirdiği en özgün ve belki de en zorlayıcı kavramlardan biri de nesneyle ilişki kurmak ile nesneyi kullanmak arasındaki farktır. Başlangıçta bebek, nesneyi (anneyi, memeyi) büyük ölçüde kendi iç dünyasının bir uzantısı olarak deneyimler; bu, ilişki kurmaktır. Ancak nesneyi kullanabilmek, yani onunla gerçek, iki yönlü bir etkileşime girebilmek, ondan bir şeyler alabilmek (beslenmek, öğrenmek vb.) için, nesnenin bizden ayrı, bağımsız, kendi gerçekliği olan bir varlık olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Peki, bu zorlu geçiş nasıl başarılır? Winnicott’ın cevabı şaşırtıcıdır: Öznenin, nesneyi kendi “tümgüçlü kontrol alanı“nın dışına yerleştirmesiyle mümkün olur. Bu nasıl gerçekleşir? Oldukça çarpıcı bir yolla: Öznenin, bilinçdışı fantezisinde nesneyi yok etmesi ve nesnenin bu (çoğunlukla fantezideki) yıkıma rağmen hayatta kalmasıyla. Şöyle düşünelim: Bebek anneyi ısırır ya da öfkeyle iter. Eğer anne buna misilleme yapmadan (aşırı kızmadan, cezalandırmadan, tamamen geri çekilmeden), sağlam bir şekilde orada olmaya devam ederse, bebek annenin kendi saldırganlığından etkilenmeyen, ayrı ve sağlam bir varlık olduğunu deneyimler. Winnicott bu süreci şöyle özetler: “Özne nesneye ‘Seni yok ettim,’ der ama nesne oradadır ve mesajı alabilmektedir. Bundan sonra özne şöyle der: ‘Merhaba nesne!’ ‘Seni yok ettim.’ ‘Seni seviyorum.’ ‘Seni yok etmeme rağmen hayatta kaldığın için benim için değerlisin.'”

İşte nesnenin bu “hayatta kalışı”, onun gerçekliğini ve dışsallığını pekiştirir. Bu (fantezideki) ‘yıkım’, nesnenin özneden ayrı, dışsal bir gerçeklik kazanmasını sağlar. Daha da önemlisi, nesnenin bu yıkıma misillemesiz dayanması, öznenin kendi saldırganlığının o kadar da tehlikeli olmadığını, sevgiyle bir arada var olabileceğini, kontrol edilebileceğini ve onarılabileceğini görmesine olanak tanır. Yani bu süreç, sadece dış dünyayı değil, kendi içimizdeki ‘yıkıcı’ potansiyeli de anlamamız ve bütünleştirmemiz için kritik bir adımdır. Ancak bu deneyimden sonra nesne, sadece ilişki kurulan değil, aynı zamanda öğrenmek, beslenmek, etkileşime girmek için kullanılabilen bir varlık haline gelir.

Yaratıcılık, Kültür ve Hayatın Anlamı

Winnicott için yaratıcılık, sadece resim yapmak, müzik bestelemek gibi sanatsal faaliyetlerle sınırlı değildir. Yaratıcılık, en temelde, hayatı yaşamaya değer kılan şeydir; dünyaya kişisel, özgün ve canlı bir şekilde yaklaşma biçimidir. Winnicott için yaratıcılık, nefes alıp vermek kadar doğaldır; özel bir yetenek gerektirmez. Önemli olan, kişinin kendi içinden gelen bir itkiyle, kendiliğinden bir şekilde eylemesidir. Bir yemeği özgün bir tarifle pişirmek, bir odayı kişisel zevkine göre düzenlemek, bir sohbete içten bir espri katmak, hatta sadece var olmaktan keyif almak bile yaratıcılığın ifadeleridir.

Bunun karşıtı olan boyun eğme ise kişinin kendi içsel itkilerini bastırıp dış dünyanın beklentilerine göre hareket etmesi, ‘mış gibi’ yapmasıdır. Bu durum kişide boşluk, anlamsızlık ve ‘gerçek olmama’ hissine yol açar. Ve tüm bu yaratıcı yaşam, kültürel deneyimlerimiz (sanat, din, felsefe, bilim) tam da o oyunun doğduğu potansiyel mekânda gerçekleşir. Winnicott, Freud’un eksik bıraktığını düşündüğü bir noktayı tamamlayarak, kültürel deneyimin yerinin tam da bu ara alan olduğunu söyler. Bu alan, nesiller boyu aktarılan kültürel mirası devraldığımız ve aynı zamanda kendi özgün katkılarımızı yaptığımız yerdir. Kültüre katkıda bulunmak da, tıpkı oyun oynamak gibi, hem geleneği temel almayı hem de özgün olmayı gerektirir; Winnicott bu etkileşimi de ayrılık ve birliğin heyecan verici bir başka örneği olarak görür.

Peki Ya Sonrası? Ergenlik ve Yankılar

Winnicott’ın bu erken dönemlere odaklanan teorileri, hayatın sonraki evreleri için de geçerliliğini korur. Özellikle ergenlik, bu ilk temellerin yeniden sınandığı, dönüştüğü bir dönemdir. Ergenin kimlik arayışı, kendi ‘kendiliğini’ bulma çabası, aslında bebeklikteki ‘gerçek kendiliği’ keşfetme arayışının bir yankısıdır. Ebeveynlere ve otoriteye başkaldırı, isyan, bir anlamda, ‘nesneyi yok etme ve hayatta kalmasını sağlama’ temasının yeniden sahnelenmesidir; ergen, ebeveynlerinin (sembolik) yıkımından sağ çıkıp kendi bağımsızlığını kurmaya çalışır. Bu, sancılı ama gerekli bir süreçtir ve Winnicott, yetişkinlerin bu meydan okumayı kişisel algılamadan, sağlam durarak karşılamasının önemini vurgular. Ergenlikteki idealizm, yeni fikirler ve dünya tasarımları, tam da o ‘potansiyel mekânda’ filizlenen yaratıcılığın bir göstergesidir. Ergen, fikirlerle “oynar”, dünyayı yeniden “yaratır”. Bu nedenle, erken çocuklukta kurulan sağlam bir oyun alanı ve kendilik duygusu, ergenliğin fırtınalarını daha sağlıklı atlatmak ve bu dönemin yaratıcı potansiyelini kullanabilmek için hayati önem taşır.

Winnicott’un “Oyun ve Gerçeklik” kitabı bize, insan ruhunun derinliklerine ve gelişiminin inceliklerine dair eşsiz bir bakış açısı sunuyor. Bize hatırlattığı en temel şey belki de şu: Sağlıklı ve anlamlı bir yaşam, sadece iç dünyamıza kapanmakla ya da dış dünyaya körü körüne uyum sağlamakla değil, tam ikisinin arasındaki o yaşam dolu potansiyel mekânda gezinmekle, oynamakla ve yaratmakla mümkün olur. Winnicott’ın belki de en büyük gücü, bu derin ve karmaşık konuları son derece insancıl, anlaşılır ve okuyucunun kendi deneyimleriyle bağ kurabileceği bir dille anlatmasıdır. Teorisi kadar, terapideki duruşu da -yorum yapmaktan çok ‘orada olmayı’, güvenilir bir ‘oyun alanı’ sunmayı- bu anlayışı yansıtır.

“Yeterince iyi” bir başlangıç, bizi gerçekten gören bir “ayna”, yıkımlarımıza rağmen ayakta kalan bir dünya ve en önemlisi, içimizdeki oyuncu çocuğa kulak verme cesareti… Bunlar, Winnicott’ın bize sunduğu, sadece psikologlar için değil, hepimiz için geçerli olan bilgelik kırıntıları. O, karmaşık teorileri insanın kalbine dokunan bir sadelikle anlatmayı başarıyor. Belki de onun en büyük mesajı şudur: Kendinizi ve dünyayı keşfetmenin en ciddi ve en keyifli yolu, oynamaktan geçer. Haydi, bugün hayatınızdaki oyuna biraz daha yer açın!

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir