Hayat inişli çıkışlı bir yolculuk. Bazen güneşli, bazen fırtınalı. Bu yolculukta hepimiz, er ya da geç, kayıplarla yüzleşiyoruz. Belki de, Vamık Volkan’ın “Gidenin Ardından” kitabının Türkçe baskısına önsöz yazan Özler Aykan’ın dediği gibi, “Biz aslında biraz da kaybettiklerimiziz!” Bu kayıp, sevdiğimiz bir insanın aramızdan ayrılması gibi büyük ve sarsıcı olabileceği gibi, bir işin bitişi, bir şehirden taşınma, bir dostluğun sona ermesi, bir ilişkinin bitişi, sağlığımızın bozulması, hatta bir idealin ya da eski bir “ben”liğin yitimi gibi daha farklı şekillerde de karşımıza çıkabiliyor. Kayıp ne şekilde olursa olsun, geride bir boşluk ve o boşluğun yankısı olan yas sürecini bırakıyor.
Peki, yas nedir? Neden bazı kayıpların üstesinden daha kolay gelirken, bazılarının yükü omuzlarımızda yıllarca kalır? Bu soruların yanıtlarını ararken, bize yol gösteren en değerli kaynaklardan biri, alanının öncülerinden Psikanalist Dr. Vamık Volkan ve Elizabeth Zintl’in “Gidenin Ardından” (Life After Loss: The Lessons of Grief) adlı eseri. Volkan’ın bu konuya olan derin ilgisinin kökeninde, kendi ailesinin yaşadığı, amcası Vamık’ın genç yaşta ve esrarengiz şekilde kaybının yarattığı çözümlenmemiş yasın yattığını bilmek, konunun sadece akademik değil, ne kadar insani ve kişisel olduğunu da bize hatırlatıyor.
Unutmayalım ki yas, sadece büyük trajedilere verilen bir tepki değil; her türlü değişim ve yitime karşı verdiğimiz doğal bir psikolojik yanıt, iç dünyamızla dış gerçeklik arasında yeniden bir denge kurma çabamızdır. Tıpkı fiziksel bir yaranın iyileşmesi gibi, ruhsal yaramızın iyileşmesi de zaman ve özen ister. Keder ise bu çabaya eşlik eden, tarifi zor, inişli çıkışlı bir duygudur.
Yas Tutmanın İlk Sahnesi: Kriz Anındaki Keder
Bir kaybın hemen ardından gelen dönem, genellikle bir şok ve kriz anıdır. Tıpkı Vamık Volkan’ın kendi babasının kaybı sonrası yaşadığı gibi, insan kendini adeta “taş kesilmiş” hissedebilir. Bedenimiz ve zihnimiz, bu ani darbe karşısında kendini korumaya alır. Nefes almakta zorlanabilir, boğazımızda bir düğüm hissedebilir, iştahımız kesilebilir. Dünya gerçeküstü bir hal alır, sanki bir sis perdesinin ardından bakıyormuş gibi hissederiz.
Bu ilk şok döneminde, acı gerçekle başa çıkabilmek için farkında olmadan çeşitli psikolojik savunmalara başvururuz. Bunlar, sürecin doğal bir parçasıdır ve başlangıçta bizi korumaya yöneliktir:
- Yadsıma (İnkar): Zihnimiz gerçeği reddeder. “Olamaz,” “Yanlışlık olmalı,” “Bu sadece kötü bir rüya” gibi düşünceler belirir. Bu, acı verici gerçeği yavaş yavaş sindirmemize yardımcı olan geçici bir kalkandır.
- Bölme: Zihnimizin bir parçası kaybı kabul ederken, diğer parçası sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam eder. Kaybettiğimiz kişinin sesini duyar gibi olabilir, varlığını hissedebiliriz. Bu çelişkili durum, gerçeğe yavaş yavaş alışmamızı sağlar.
- Pazarlık Etme: “Keşke o gün onu aramasaydım,” “Eğer daha dikkatli olsaydım…” gibi düşüncelerle geçmişi değiştirmeye, kaderle görünmez bir pazarlığa girişmeye çalışırız. Kendimizi suçlayabilir, farklı davransaydık sonucun değişeceğine inanabiliriz.
- Sıkıntı (Anksiyete): Kontrolü kaybetme hissi, çaresizlik ve terk edilme korkusu yoğun bir iç sıkıntısına yol açar. Dünya tekinsiz bir yer gibi görünür, en küçük aksilikler bile büyük bir tehdit gibi algılanabilir.
- Öfke: Terk edilme hissi, altında yatan neden ne olursa olsun, öfke uyandırır. Bu öfke bazen kaybedilen kişiye, bazen doktorlara, bazen kadere, bazen de ilgisiz gibi görünen dünyaya yönelir. Arthur Miller’ın annesinin, kardeşinin ölümünden sonra eczacıyı suçlaması gibi, öfke genellikle daha “güvenli” hedeflere yansıtılır.
Bu tepkilerin ve iniş çıkışların, özellikle kaybın ilk haftaları ve aylarında yaşanması son derece normaldir ve kişinin “aklını kaçırdığı” anlamına gelmez. Ancak, bu savunmalar çok katılaşır, uzun süre devam eder ve kişinin günlük yaşamını, ilişkilerini sürdürmesini engellerse, o zaman komplike bir yas sürecinden şüphelenilebilir ve destek aramak önemlidir. Bu kriz dönemindeki düşlerimiz de içsel çalkantılarımızı yansıtır; bazen inkarcı ve teselli edici, bazen de öfke ve kabullenme mücadelesiyle dolu olabilirler.
Zorlu Bir Görev: “Yas İşi”
Kaybın gerçekliğini kabullenmek, yas yolculuğunun sonu değil, aslında en önemli etabının başlangıcıdır. Sigmund Freud’un “yas işi” (grief work) olarak adlandırdığı bu süreç, kaybettiğimiz kişiyle veya durumla olan bağımızı içsel dünyamızda yeniden düzenleme, anlamlandırma ve yeni gerçekliğe uyum sağlama çabasıdır.
Bu sürecin merkezinde “psişik eş” (psychic double) kavramı yatar. Bu, kaybettiğimiz kişinin veya şeyin zihnimizdeki temsilidir. Ancak bu bir fotoğraf karesi gibi sabit ve nesnel bir kopya değildir; daha çok, o kişiyle olan ilişkimizin bizim için taşıdığı psikolojik anlamı, kendi ihtiyaçlarımız, beklentilerimiz, hayal kırıklıklarımız ve algılarımızla şekillendirdiğimiz, yaşayan, dinamik bir içsel portredir. Tıpkı çocuklukta annemiz gözden kaybolduğunda bile onun varlığını içimizde hissetmemizi sağlayan “nesne sürekliliği” yetisi gibi, bu içsel temsiller yaşamımız boyunca kurduğumuz bağların ve ayrılıklarla başa çıkma kapasitemizin temelini oluşturur. Kayıp yaşandığında, dış dünyadaki ilişki bitse bile, bu “psişik eş” içimizde canlı ve “sıcak” kalır, hatta ayrılık acısıyla daha da alevlenir. Yas işinin temel görevi, bu psişik eşi yavaş yavaş “soğutmak”, yani onu artık günlük yaşantımızı sürekli işgal etmeyen, acı vermeden anımsayabildiğimiz, geçmişe ait bir anıya dönüştürmektir.
Peki, bu zorlu “yas işi” nasıl yapılır? İki ana bileşeni vardır:
- İlişkiyi Yeniden Gözden Geçirme: Zihnimizde, ilişkiye dair anıları, yaşananları ağır çekimde tekrar tekrar oynatırız. Sadece güzel anları değil, kırgınlıkları, çatışmaları, karşılanmamış beklentileri, hissedilen öfke ve üzüntüleri de hatırlarız. Toby Talbot’un annesinin ardından sorduğu gibi, neyin yasını tuttuğumuzu sorgularız: Sadece giden kişiyi mi, yoksa onunla birlikte yitirdiğimiz rolleri, destek kaynaklarını, paylaşılan bir geleceği mi? Bu süreçte, ana kaybın yanı sıra “yan yitimler” olarak adlandırılan diğer kayıpları da (örneğin boşanmayla gelen ekonomik zorluklar veya sosyal statü kaybı, bir ebeveynin ölümüyle kaybedilen güvenlik hissi, bir bakımveren rolünün sona ermesi) fark eder ve işleriz. Bu değerlendirme, özellikle karmaşık, bağımlı veya çatışmalı ilişkilerde daha sancılı olabilir.
- Bırakma (Ayrışma ve Yeniden Bağlanma): İlişkiyi tüm yönleriyle değerlendirip anlamlandırdıkça, o “sıcak” psişik eşten yavaş yavaş duygusal olarak ayrışmaya başlarız. Bu, bilinçdışımızda bir tür “ihanet” veya içimizdeki o canlı imgeyi “öldürme” gibi hissedilebilen, suçluluk uyandırabilen zorlu bir adımdır. Yas tutmak, yoğun enerji gerektiren, yorucu bir iştir. Ancak bu ayrışmayı başardığımızda, geçmişin sürekli tekrar eden etkisinden kurtulur ve enerjimizi yeniden bugüne, yeni ilişkilere ve yaşama yönlendirme kapasitesi kazanırız.
Komplike olmayan, yani doğal akışında ilerleyen bir yas süreci genellikle bir ila iki yıl içinde önemli ölçüde tamamlanır. Bu, acının tamamen bittiği anlamına gelmez; yıl dönümleri, özel günler gibi zamanlarda hüzün ve özlem dalgaları tekrar hissedilebilir, bu da son derece doğaldır. Yasın pratik olarak sonlandığını, artık kaybettiğimiz kişiyi veya durumu her an düşünmediğimizde, onunla ilgili anıları acıdan çok tatlı bir hüzünle veya sevgiyle anımsayabildiğimizde anlarız.
Yol Ayrımı: Yas Süreci Komplikeleştiğinde
Her yara aynı hızda ve şekilde iyileşmez. Bazen yas süreci doğal akışından sapar, uzar ve kişinin yaşamını olumsuz etkilemeye devam eder. Peki, neden bazı yaslar diğerlerinden daha zorlu olur? Vamık Volkan, yası komplike hale getirebilecek bazı risk faktörleri olduğunu belirtir:
- Geçmişimiz ve İçsel Dünyamız: Çocuklukta yaşanan travmalar, karşılanmamış ihtiyaçlar veya daha önceki çözümlenmemiş kayıplar, yeni bir kayıpla başa çıkma kapasitemizi azaltabilir. Tıpkı Volkan’ın kendi yaşamındaki gibi, bazen farkında bile olmadığımız geçmiş yükler, bugünkü yasımızı ağırlaştırabilir.
- Kaybedilen İlişkinin Niteliği: Aşırı bağımlı olduğumuz, yoğun çatışmalar yaşadığımız veya “bitmemiş işlerimizin” olduğu bir kişinin yasını tutmak genellikle daha zordur. Özellikle bir ebeveynin veya bir çocuğun kaybı, doğası gereği yarım kalmışlık hissi barındırdığı için daha karmaşık olabilir.
- Kaybın Nasıl Gerçekleştiği: Ani, beklenmedik, şiddet içeren (kaza, cinayet) veya travmatik ölümler (intihar gibi) kabullenmeyi zorlaştırır. Eğer ölüm, AIDS gibi toplumsal bir damga taşıyorsa, yas tutanlar yalnızlaşabilir ve destek görmeyebilir. Kaybın yaşandığı sırada uzakta olmak, cenazeye katılamamak gibi durumlar da inkârı güçlendirebilir.
- Çevresel ve Kültürel Etkenler: Yas tutmayı zayıflık olarak gören, duygusal ifadeyi kısıtlayan bir toplumda yaşamak süreci zorlaştırır. Yeterli sosyal destek alamamak, anlaşıldığını hissetmemek de yası komplike hale getirebilir. Ritüellerin (cenaze, anma gibi) eksikliği veya yetersizliği de önemlidir; çünkü bu ritüeller gerçeği kabullenmeye ve duyguları paylaşmaya alan açar. Ayrıca, yasın ifadesinin kültürel olarak farklılık gösterebileceğini de unutmamak gerekir; bazı kültürlerde daha dışavurumcu tepkiler normal karşılanırken, bazılarında daha içe dönük bir süreç beklenir.
Komplike yas, kendini farklı maskelerle gösterebilir:
- Kederin Yokluğu (Yadsımada Saplanma): Kişi, sanki kayıptan hiç etkilenmemiş gibi davranır, acı veren duygularını bastırır. Dışarıdan güçlü ve metanetli görünse de, bu bastırılmış keder genellikle yıllar sonra bile olsa, beklenmedik fiziksel (Will’in babasının ölümünden yıllar sonra yaşadığı ani fiziksel ataklar gibi) veya duygusal patlamalarla yüzeye çıkar. Bu kişiler genellikle duygularını küçümserler ama içten içe gergindirler.
- Bitmeyen (Sürekli) Yas: Yas süreci hiç bitmez, kişi sürekli olarak kaybettiği ilişkiyle meşgul olur. Kaybedilen kişinin “psişik eşi” bir türlü soğumaz, aksine iç dünyada canlı ve aktif kalır. Bu durumdaki kişi, ölen kişiden şimdiki zamanda bahseder, ona ait bazı eşyaları (“bağlantı nesneleri“) sihirli bir önemle saklar veya ölen kişinin varlığını yanında hisseder (“içe alınmış nesne“). Örneğin Phyllis’in, kardeşinin ölümünü çağrıştıran bir kaza yerinden aldığı ve yıllarca dokunmaktan çekindiği o basit, düz taş, onun için karmaşık duygularının (suçluluk, öfke, özlem) somutlaştığı, kardeşine hem yakın hem uzak hissettiği bir bağlantı nesnesi haline gelmişti. Bu nesneler ve içe alınmış imgeler, genellikle kaybedilen kişiyle olan ilişkinin çözümlenmemiş çatışmalarını (yoğun bağımlılık, suçluluk, öfke) temsil eder ve kişinin o ilişkiden sağlıklı bir şekilde ayrışmasını engeller. Kişi hem kaybedilenle birleşmeyi arzular hem de bu durumun yarattığı esaretten kurtulmak ister; bu da içsel bir çatışma yaratır.
- Kederin Depresyona Dönüşmesi: Bazen çözümlenmemiş yas, özellikle de sağlıksız özdeşimlerle birleştiğinde, klinik depresyona evrilebilir. Sağlıksız özdeşimde kişi, kaybettiği kişinin sadece iyi yönlerini değil, problemli veya kendine zarar veren yönlerini de ayırt etmeksizin içselleştirir. Örneğin, Steve’in öyküsünde, başarılı avukatın, aslında onaylamadığı halde, ölen kardeşinin ‘Don Juan’ kimliğini benimsemesi, ailesinin (belki de bilinçdışı) bu role verdiği değeri algılaması ve ebeveyn sevgisini kazanma çabasıyla ilişkilidir. Bu durumda, kaybedilen kişiye yönelik öfke ve suçluluk kendine yönelir ve derin bir umutsuzluk, değersizlik hissi ortaya çıkar. William Styron’ın kendi depresyon deneyimini anlatırken kökeninde annesinin erken kaybının yattığını fark etmesi, bu durumun çarpıcı bir örneğidir.
Aile Çemberinde Yas
Kayıp, sadece bireyi değil, tüm aile sistemini etkiler. Her ailenin kendine özgü bir dinamiği, ortak anıları, rolleri ve başa çıkma mekanizmaları vardır. Bazen farkında olmadan, bir aile üyesi diğerinin belirli bir duygusunu veya rolünü taşır (yansıtmalı özdeşim). Örneğin, kendi kırılganlığını kabul etmekte zorlanan bir ebeveyn, bu özelliği çocuğuna yansıtıp onu aşırı hassas veya korkak olarak görebilir. Bu rolü taşıyan kişi kaybedildiğinde, aile içindeki dengeler sarsılır ve rollerin yeniden dağıtılması gerekir.
Çocukların yası ise ayrı bir özen gerektirir. Bir çocuğun ölümü kavrama şekli yaşına ve gelişim düzeyine bağlıdır. Küçük çocuklar ölümü geri dönüşü olmayan bir son olarak anlamakta zorlanabilirler. Ergenlik öncesi dönemde bir ebeveynini kaybeden çocuk, yas tutmak için gerekli içsel donanıma henüz tam sahip olmadığından, bu kayıp yetişkinlik yaşamını derinden etkileyebilir. Barbara’nın öyküsü, bu erken kaybın yarattığı boşluğu doldurma çabasının onu nasıl tekrarlayan ve sağlıksız ilişki döngülerine ittiğini gösterir. Hayatta kalan ebeveynin kendi yasını sağlıklı yönetmesi ve çocuğa güvenli bir alan sunması, çocuğun iyileşmesi için hayati önem taşır.
Çözüm Yolları, Uyum ve Büyümenin Filizlenmesi
Neyse ki, çoğu yas süreci zamanla ve doğru destekle doğal akışında ilerler. Güvenilir dostlarla konuşmak, duyguları ifade etmek, benzer deneyimleri yaşayanların olduğu destek gruplarına katılmak veya cenaze, anma gibi anlamlı ritüeller iyileşmeye büyük katkı sağlar. Yasın normal tepkilerini (inkâr, öfke, pazarlık vb.) bilmek bile kişiyi rahatlatabilir.
Ancak yas komplikeleştiğinde, profesyonel yardım almak gerekebilir. Psikoterapi, yasın nerede tıkandığını anlamaya, bastırılmış duyguları (özellikle öfke ve suçluluk) güvenli bir ortamda işlemeye ve sağlıksız başa çıkma mekanizmalarını değiştirmeye yardımcı olabilir. Vamık Volkan’ın “Yeniden Yaslandırma Terapisi” gibi yaklaşımlar, özellikle “bağlantı nesneleri” kullanarak, kişinin yas sürecinde takılıp kaldığı noktaya odaklanır ve süreci yeniden harekete geçirmeyi hedefler. Julia’nın terapistiyle birlikte, annesinin ölümünden sonra sakladığı kırmızı sabahlık üzerinden çalışarak yasını çözümlemesi, bu yaklaşımın nasıl işleyebileceğine bir örnektir.
Kayıp her zaman acı verir. Ancak bu acı verici deneyimin içinden geçmeyi başardığımızda, bir büyüme potansiyeli de ortaya çıkar. Vamık Volkan’ın da belirttiği gibi, tam olarak yas tuttuğumuzda, kendimiz ve insan olmak hakkında çok şey öğreniriz. Daha olgun, daha şefkatli, yaşamın değerini daha iyi anlayan bireyler olabiliriz. Kaybettiğimiz kişinin bize kattığı güzellikleri, değerleri kendi kimliğimize katarak (zenginleştirici özdeşim) yola devam edebiliriz.
Ancak unutmamalıyız ki, bu potansiyel büyüme, kaybın acısını asla yok etmez veya yerini doldurmaz. Haham Harold Kushner’ın, oğlunu kaybettikten sonra söylediği gibi:
“Eğer, oğlumu geri getirecek olsa idi bu meziyetlerimin (kazandığım duyarlılık, anlayış) hepsini gözümü kırpmadan geri verirdim.”
Bazen bu büyüme ve onarma çabası, yaratıcılıkla kendini gösterir. Sanatçılar, yazarlar, müzisyenler, acılarını ve kayıplarını eserlerine yansıtarak hem kendi içsel dünyalarını işlerler hem de evrensel insanlık hallerine dokunurlar. Judy Jashinsky’nin donmuş denizcinin resmini yaparak babasının yasını işlemesi gibi…
Son Söz Yerine
Gidenin ardından kalan boşluk belki hiçbir zaman ilk günkü gibi olmaz, ama zamanla şekil değiştirir. Yas tutmak, o boşluğa rağmen yaşamaya devam etmeyi öğrenmektir. Vamık Volkan ve Elizabeth Zintl’in “Gidenin Ardından” kitabı bize şunu hatırlatır: Yas, kaçınılmaz ve zorlu bir yolculuk olsa da, aynı zamanda insan ruhunun direncini, uyum sağlama kapasitesini ve en derin acılardan bile anlam ve büyüme çıkarabilme potansiyelini gösteren derin bir deneyimdir. O “acımasız armağan”, bizi eninde sonunda, belki de daha bilge ve şefkatli olarak, yeniden yaşama bağlayabilir.
Bu yazıda kısaca değinilen insan hikayelerinin ve yas sürecinin daha derinlemesine, katmanlı analizleri için Vamık Volkan ve Elizabeth Zintl’in ‘Gidenin Ardından’ kitabına başvurmak, şüphesiz çok daha zengin bir anlayış sunacaktır.