Yarının İnsanı: Carl Rogers’la Kendimizi ve İlişkilerimizi Anlamak

Hepimiz zaman zaman durup düşünürüz: İlişkilerimde neden zorlanıyorum? Kendimi gerçekten tanıyor muyum? Nasıl daha “iyi” bir insan olabilirim? Bu sorular zihnimizde döner durur. İşte tam bu noktada, 20. yüzyılın en etkili hümanist psikologlarından Carl Rogers imdadımıza yetişiyor. Rogers, özellikle kariyerinin sonlarına doğru kaleme aldığı ve daha kişisel, felsefi bir derinlik taşıyan “Yarının İnsanı” (A Way of Being) kitabında, bize kendimizle ve başkalarıyla daha sahici, anlamlı bir bağ kurmanın yollarını fısıldıyor.

Gelin Rogers’ın bu değerli eserinden süzülen bazı temel fikirlere, sanki onunla sıcak bir sohbet ediyormuşuz gibi, samimi bir gözle bakalım. Bu yolculukta sadece birebir ilişkilerimize değil, eğitimden topluluk yaşamına kadar pek çok alana dokunan bu insancıl bakış açısıyla, belki de kendi iç dünyamızda ve ilişkilerimizde yeni kapılar aralarız. Hazırsanız bu keşif turuna başlayalım.

1. Duyabilmenin Büyüsü: Empati Sanatı

Rogers’ın üzerinde en çok durduğu konulardan biri, iletişim ve özellikle de “gerçekten duyabilmek”. Kendi deneyimlerinden yola çıkarak, birini gerçekten duyabildiğinde hissettiği o tarifsiz zevkten bahsediyor. Peki, “gerçekten duymak” ne demek? Rogers için bu, sadece kelimeleri işitmek değil; karşımızdakinin düşüncelerini, duygu tonlarını, ifade etmeye çalıştığı anlamı, hatta bazen kendisinin bile tam farkında olmadığı, bilinçaltında yatan o derin insani mesajı hissedebilmektir. Rogers bunu, “başka birinin içsel referans çerçevesini doğru olarak ve onunla ilgili duygusal öğeler ve anlamlar ile birlikte, sanki o kişiymiş gibi ancak ‘mış gibi’ koşulunu asla kaybetmeden algılamak” olarak tanımlar.

Çoğu zaman iletişim kurduğumuzu sanırız ama aslında sadece konuşma sıramızı bekleriz, değil mi? Rogers, ilkokul yıllarında bile öğretmenin bir öğrencinin sorusuna bambaşka bir yanıt verdiğinde hissettiği acıdan bahsediyor. “Ama siz onu duymadınız!” diye içinden bağırdığını anlatıyor. Bu “duyamama” hali, ne kadar yaygın ve ne kadar yalnızlaştırıcı…

Rogers’a göre birini derinden duyabildiğimizde, onunla gerçek bir temas kurarız ve bu kendi hayatımızı da zenginleştirir. Karşımızdakini yargılamadan, etiketlemeden, sadece onun dünyasına girmeye çalışarak dinlediğimizde, mucizevi şeyler olur. Rogers, derinden duyulduğunu hisseden kişinin gözlerinin yaşardığını, çünkü “Şükürler olsun, biri beni duydu. Biri ben olmanın ne demek olduğunu biliyor,” dediğini hissettiğini söyler. Bu sanki görünmez bir zindanda yaşayan ve “Orada kimse var mı?” diye fısıldayan birinin, sonunda “Evet” yanıtını alması gibidir; yalnızlıktan kurtulup yeniden insan olduğunu hissetmesidir. Bu empatik anlayış, yabancılaşmayı yok eder ve kişiye değerli olduğunu hissettirir.

Peki ya biz duyulmak istediğimizde? Rogers, hayatının zor dönemlerinde, karmaşasını, korkularını, çaresizliğini yargılamadan dinleyen insanlar bulabildiği için şanslı olduğunu söylüyor. Gerçekten duyulmanın, özellikle yargılanmadan, tavsiye verilmeden, “düzeltilmeye” çalışılmadan dinlenilmenin nasıl müthiş bir rahatlama getirdiğini vurguluyor. Çözülemez gibi görünen sorunların, dinlenildiğinde nasıl da berraklaştığını görmek şaşırtıcıdır.

  • En son ne zaman birini, tüm dikkatinizle, kendi düşüncelerinizi bir kenara bırakarak dinlediniz? Ya da ne zaman gerçekten dinlenildiğinizi, anlaşıldığınızı hissettiniz? Bu anlar size ne hissettirdi?

2. Maskeleri İndirmek: Sahici Olmanın Cesareti ve Benlik Kavramı

Rogers’ın felsefesinin bir diğer temel taşı da “sahicilik”, “gerçeklik” ya da kendi deyimiyle “uyum” (congruence). Bu içimizde olup bitenlerle dışarıya yansıttıklarımızın birbiriyle tutarlı olması demek. Yani rol yapmadan, maske takmadan, o an ne hissediyorsak, ne düşünüyorsak onunla temas halinde olabilmek ve bunu uygunsa ilişkimize taşıyabilmek.

Kabul edelim, bu hiç kolay değil. Çoğu zaman “mış gibi” yaparız. Toplumun, ailemizin, arkadaşlarımızın beklentilerine uymaya çalışır, gerçek duygu ve düşüncelerimizi bastırırız. Çünkü çoğu zaman, kabul görmek ve sevilmek için, organizmamızın hissettikleriyle benlik kavramımız arasında bir uyumsuzluk yaratır, olmadığımız biri gibi davranırız. Peki bu ‘benlik kavramı’ nasıl oluşuyor ve neden gerçek hislerimizle çatışabiliyor? Rogers’a göre, çocukluğumuzdan itibaren başkalarının (özellikle ebeveynlerimizin) bize değer vermesi için belirli koşulları karşılamamız gerektiğini öğreniriz (‘uslu olursan sevilirsin’, ‘başarılı olursan değerlisin’ gibi). Buna ‘değer koşulları’ der. Sevilme ve kabul görme ihtiyacımız o kadar güçlüdür ki, bu koşullara uymayan kendi doğal yaşantılarımızı, duygularımızı (örneğin öfkemizi, merakımızı, başarısızlık korkumuzu) yavaş yavaş inkar etmeye veya çarpıtmaya başlarız. İşte bu gerçekte hissettiğimiz ‘organismik yaşantımız’ ile kendimiz hakkındaki ‘benlik kavramımız’ arasındaki uyumsuzluktur (incongruence). ‘Sahicilik’ yani kendimizle dürüst bir temas halinde olmak, bu uyumsuzluğu fark etmenin ve zamanla azaltmanın, reddettiğimiz parçalarımızı tekrar bütünleştirmenin bir yoludur.

Rogers, Stanford’daki bir araştırma merkezinde, kendisini aslında olduğundan daha bilgili ve emin göstermeye çalışırken yakaladığında kendinden nasıl tiksindiğini samimiyetle anlatıyor. Bastırılan duyguların sonradan çarpıtılmış, saldırgan bir şekilde patlak vermesinin pişmanlığını da paylaşıyor.

Ancak Rogers, içimizdeki gerçeğe ne kadar yakın olabilir ve bunu dürüstçe ifade edebilirsek, iletişimin o kadar sahici ve temelinin sağlam olacağını keşfetmiş. Kendimizi dinleyebilmek, o an ne yaşadığımızı bilmek – bu, hayat boyu sürecek bir çaba olsa da – inanılmaz tatmin edici. Bir başkasının da maskesiz, tüm şeffaflığıyla karşımızda durduğunu görmek ise paha biçilmez bir karşılaşma anı yaratıyor. Martin Buber’in deyimiyle, bu anlarda derin bir “Ben-Sen ilişkisi” kuruluyor.

  • Hangi durumlarda, hangi ortamlarda kendinizi en ‘sahici’ hissediyorsunuz? Hangi durumlarda bir maske taktığınızı fark ediyorsunuz? Bu maskenin ardında ne var?

3. Büyüten Kabul: Koşulsuz Olumlu Bakış ve Güven

Empati ve sahicilikle birlikte üçüncü bir sihirli bileşen daha var: Kabul, ilgi ya da Rogers’ın deyimiyle “koşulsuz olumlu bakış” (unconditional positive regard). Bu karşımızdaki kişiyi, o an ne ise, o haliyle – karmaşasıyla, öfkesiyle, korkusuyla, neşesiyle, sevgisiyle – yargılamadan, koşul koymadan kabul etmek ve ona değer vermek demek.

Rogers, bu tutumu bir günbatımını izlemeye benzetiyor. Günbatımını izlerken onu kontrol etmeye, “şurasına biraz daha turuncu ekle, burasına mor kat” demeye çalışmayız. Sadece huşu içinde seyrederiz. İnsanlara da böyle yaklaşabilir miyiz? Onları “düzeltmeye”, “şekillendirmeye” çalışmadan, oldukları gibi takdir edebilir miyiz? Rogers, bunu yapabildiğimizde, hem kendimizin zenginleştiğini hem de diğer kişinin kendi biricik benliğini geliştirmesine olanak tanıdığımızı söylüyor.

Bu kabulün temelinde ise Rogers’ın insana ve yaşama dair derin güveni yatıyor. O her canlının içinde doğuştan gelen bir “kendini gerçekleştirme eğilimi” (actualizing tendency) olduğuna inanıyor. Tıpkı olumsuz koşullara rağmen ışığa doğru uzanan patates filizleri gibi, insanlar da en zor şartlarda bile içlerindeki potansiyeli gerçekleştirme, büyüme ve gelişme yönünde doğal bir itkiye sahiptirler. Rogers, bu eğilimi daha da genişleterek, evrende genel bir “biçimlendirici eğilim” (formative tendency) olduğunu öne sürüyor; yani basit formlardan daha karmaşık, daha düzenli yapılara doğru evrensel bir hareket var.

Bu güven, kişi odaklı yaklaşımın bel kemiğidir. Eğer biz, kolaylaştırıcı bir ortam (yani empati, sahicilik ve kabulün olduğu bir ortam) yaratabilirsek, bireylerin kendi içlerindeki bu muazzam kaynaklara ulaşacağına ve yapıcı yönde değişip gelişeceğine güvenebiliriz. Rogers, bu güven ve kabul ortamında gelişen kişiyi “tam işlevde bulunan kişi” olarak tanımlar; deneyime açık, anı yaşayan, kendine güvenen, özgür ve yaratıcı bir birey. Artık başkalarını “düzeltmek” ya da “yönlendirmek” yerine, onların kendi yollarını bulmalarına eşlik eden birer yol arkadaşı olabiliriz.

  • Kendi hayatınızda veya başkalarının hayatında ‘olduğu gibi’ kabul etmenin zor geldiği durumlar neler? Bu yargıların kaynağı ne olabilir?

4. Sadece Terapi Değil: Eğitim, Gruplar ve Topluluklar

Rogers’ın devrimci fikirleri sadece terapi odasıyla sınırlı değildi. O, bu temel ilkelerin (empati, sahicilik, kabul ve güven) hayatın her alanında dönüştürücü bir güce sahip olduğuna inanıyordu.

  • Eğitimde Devrim: Rogers, geleneksel eğitimin bilgi aktarımına dayalı, öğretmenin otorite olduğu “sürahi ve bardak” modelini eleştiriyordu. Bunun yerine “öğrenci merkezli” bir yaklaşım önerdi. Bu yaklaşımda öğretmen, bir “kolaylaştırıcı”dır; öğrencilerin merakını ateşler, kendi öğrenme süreçlerini yönlendirmelerine olanak tanır ve hem bilişsel hem de duygusal öğrenmeyi (bütüncül öğrenmeyi) destekleyen güvenli bir ortam yaratır. Amaç, sadece bilgi yüklemek değil, öğrenmeyi öğrenen, kendini yönetebilen bireyler yetiştirmektir.
  • Grupların Gücü: Rogers, “etkileşim grupları”nın (encounter groups) potansiyelini erken fark edenlerdendi. Bu grupların, insanların maskelerini indirip birbirleriyle daha dürüst ve derin bağlar kurmaları için güçlü bir alan sağladığına inanıyordu. Hatta bu grup dinamiklerinin, sadece kişisel gelişim için değil, aynı zamanda topluluklar oluşturmak, sosyal ve hatta uluslararası çatışmaları çözmek için bile kullanılabileceğini düşünüyordu. Çünkü temelde yatan ilke aynıydı: Güvenli ve kabul edici bir ortamda insanlar birbirlerini duyabilir, anlayabilir ve yapıcı çözümler üretebilirlerdi.

5. Rogers’ın Kendi Yolculuğu: Fikirler Nasıl Doğdu?

Rogers’ın bu insancıl felsefesi gökten zembille inmedi elbette. Kendi hayat tecrübeleri, özellikle de katı, yargılayıcı ve başkalarıyla yakın ilişki kurmaktan uzak bir ailede büyümesi, onu bu arayışa itmiş olabilir. Başlangıçta kendisi de oldukça “profesyonel”, nesnel ve tanı odaklı bir yaklaşımı benimsemişti. Hatta sorunlu bir çocuğa sanki onu seviyormuş gibi davranan bir psikiyatrı küçümsediğini bile hatırlıyor!

Ancak zamanla, özellikle de Rochester’da suçlu ve ihmal edilmiş çocuklarla çalışırken, kendi yöntemlerinin her zaman işe yaramadığını gördü. Asıl dönüm noktalarından biri, “sorunlu” oğlunu getiren bir anneyle yaşadığı tecrübeydi. Rogers, annenin oğlunu reddettiği tanısına varmış ve anneyi bu yönde “ikna etmeye” çalışmıştı ancak nafile. Tam vazgeçmişken, anne odadan çıkarken dönüp kendi evlilik sorunları için yardım isteyip isteyemeyeceğini sordu. Rogers şaşkına dönmüştü, çünkü annenin anlattıkları, Rogers’ın çıkardığı “basit öyküyle” hiç benzemiyordu. O an ne yapacağını bilemedi ve sadece dinledi. Sonuç? Anne değiştikçe, sadece evliliği değil, oğlunun sorunlu davranışları da düzeldi. Rogers için bu hayati bir dersti: uzman her zaman haklı değildi, danışan kendi yolunu biliyordu ve sadece dinlemek bile inanılmaz güçlü olabilirdi.

Ancak bu devrimci fikirler her zaman kolay kabul görmedi. Rogers, yaklaşımının fazla ‘basit’ bulunması ve dönemin egemen psikiyatri ve davranışçı ekolleriyle yaşadığı entelektüel mücadeleler gibi pek çok zorlukla karşılaştı. Bu da onun savunduğu insancıl bakış açısının ne kadar cesaret gerektirdiğini gösteriyor. İşte bu ve benzeri deneyimler, onun “danışan odaklı” (daha sonra “kişi odaklı”) yaklaşımının temellerini attı.

6. Sürekli Bir “Oluş” Hali: Rogers’ın Bitmeyen Yolculuğu

Rogers’ın “Yarının İnsanı” kitabını kariyerinin sonlarına doğru, yetmişli yaşlarında yazdığını hatırlamak önemlidir. Bu kitap, onun için bile “kişi olma” sürecinin asla bitmediğinin bir kanıtıdır. Rogers, yaşlanmayı bir gerileme olarak değil, yeni deneyimlere, risklere ve büyümeye açık bir süreç olarak kucaklar. Son yıllarında bile Brezilya’da yüzlerce kişilik çalıştaylar düzenlemek gibi cesur adımlar atmaktan, yeni fikirlere (hatta psişik fenomenler gibi alışılmadık konulara bile) açık olmaktan çekinmez. Bu, onun kendi hayatında da temel inancını – hayatın statik bir durum değil, sürekli bir “oluş”, bir “dönüşme” süreci olduğu – yaşadığını gösterir. Bu sürekli sorgulama hali, onun felsefesinin canlılığını korumasını sağlamıştır.

7. Tek Bir Gerçek Dünya mı Var? Çoklu Gerçeklikler Üzerine

İşte Rogers’ın bu sürekli gelişen ve sorgulayan düşünce yapısının en ilginç örneklerinden biri de, ‘gerçek dünya’ dediğimiz kavrama getirdiği meydan okumadır. ‘Yarının İnsanı’nda, hepimizin üzerinde anlaştığı tek bir nesnel gerçeklik olup olmadığını sorgular (‘Bir’ Gerçekliğe İhtiyacımız Var mı? bölümü). Oturduğumuz sandalyenin atomlardan oluşan bir boşluk olduğunu, gökyüzünün bize göre döndüğünü ama aslında dünyanın döndüğünü, hatta rüyaların ve bazen açıklanamayan sezgilerin varlığını hatırlatır. Rogers’a göre, emin olabileceğimiz tek gerçeklik, her birimizin şu anda algıladığı ve deneyimlediği öznel dünyadır. Bu da demek oluyor ki, dünyada insan sayısı kadar farklı ‘gerçek dünya’ olabilir! Bu fikir ilk başta kafa karıştırıcı gelse de, Rogers bunun büyük bir potansiyel taşıdığına inanır: Eğer başkalarının ‘gerçekliğini’ (onların öznel deneyimini) küçümsemek veya değiştirmeye çalışmak yerine anlamaya ve saygı duymaya çalışırsak, çatışmalar yerine daha derin bir anlayış ve birlikte yaşama kültürü geliştirebiliriz.

Yarına Doğru Bir Adım

Carl Rogers’ın bize sunduğu dersler; derinlemesine dinlemek, sahici olmak, koşulsuz kabul etmek ve insanın içindeki potansiyele güvenmek… Bunlar sadece birebir ilişkilerimizi değil, çocuklarımızı yetiştirme biçimimizi, eğitim anlayışımızı, gruplar ve topluluklar içindeki varoluşumuzu da dönüştürebilecek güçte.

Rogers, hayatın statik bir varış noktası değil, sürekli bir “olma”, “dönüşme” süreci olduğuna inanıyordu. Belki de onun bize bıraktığı en değerli miras, hayatın statik bir durum değil, sürekli bir ‘oluş’, bir keşif ve büyüme süreci olduğunu kabul etme cesaretidir. İçimizdeki o “büyük ve derin mağarayı” keşfetmekten korkmamak, boşluk sandığımız yerin aslında potansiyellerimizle dolmayı beklediğini fark etmek…

Ne dersiniz, Rogers’ın bu davetine kulak verip kendi içimize ve ilişkilerimize daha yakından bakmaya değer mi? Belki de “yarının insanı” olmak, bugünden bu adımları atmakla başlıyordur.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir