Başlangıca Dönmek: Ferenczi’nin Gözüyle Cinsel Dürtünün Anlamı

Psikanaliz tarihinin en parlak ama belki de en aykırı figürlerinden biri olan Sándor Ferenczi’nin dünyasına gelin birlikte bakalım. Çoğu zaman Sigmund Freud’un yakın dostu ve çalışma arkadaşı olarak anılsa da, Ferenczi kendi başına özgün, cesur ve zaman zaman “tehlikeli” olarak görülebilecek fikirler üreten bir devdi. Özellikle 1924 tarihli “Thalassa: Cinsellik Kuramı Üzerine Bir Deneme” (bizim bildiğimiz adıyla “Psikanaliz Açısından Cinsel Yaşamın Kökenleri”) adlı eseri, onun bu cüretkar yanını en iyi yansıtan çalışmalarından biridir.

İlginçtir ki, Ferenczi bu eserin temellerini I. Dünya Savaşı sırasında, bir süvari alayında doktor olarak görev yaparken, Freud’un “Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme”sini Macarcaya çevirirken atmış. Belki de savaşın getirdiği o kökten sarsıntı hali, onu insan doğasının en temel, en kökensel dinamiklerini sorgulamaya itmişti. Kendisi de biyoloji alanındaki derin bilgisinin sınırlı olduğunu kabul etse de, psikanalizin sağladığı içgörüleri biyolojiyle birleştirmekten çekinmedi. Hatta bu disiplinler arası geçişkenliği, fizikçilerin “güç”, “çekim” gibi ruhsal çağrışımlı terimleri kullanmasına veya Freud’un “dinamik”, “enerji” gibi fiziksel kavramları psikolojiye taşımasına benzeterek savundu. Ona göre, bir olgunun derin anlamını kavramak için farklı alanlar arasında köprüler kurmak kaçınılmazdı.

Peki, Ferenczi’nin bu köprülerle ulaştığı fikirler nelerdi? Cinsel birleşmenin sadece anlık bir haz veya üreme eylemi olmadığını, bilinçdışımızda anne karnına, hatta milyonlarca yıl önceki okyanuslara uzanan bir geri dönüş özlemini barındırdığını iddia ediyordu. Bu yazıda, Ferenczi’nin bu radikal teorisini ele alacağız. Freud’dan aldığı mirası nasıl dönüştürdüğüne, biyolojik süreçlere psikanalitik yorumlar getirirken hangi kavramları kullandığına ve bu fikirlerin günümüzdeki yankılarına bakacağız.

Freud’dan Miras ve Ferenczi’nin Biyolojik Sıçraması

Freud, bildiğimiz gibi cinselliğin çocuklukta başladığını, çeşitli evrelerden geçtiğini ve ruhsal yapımızın temelini oluşturduğunu göstererek psikanalizin temelini atmıştı. Ferenczi, bu temeli kabul etmekle birlikte, özellikle cinsel birleşme ediminin kendisine odaklandı. Bu evrensel eylemin altında yatan daha derin, biyolojik ve evrimsel anlamları araştırmak istedi. Freud’un daha çok bireysel psikoloji ve çocukluk yaşantıları üzerine kurduğu yapıyı, Ferenczi türlerin tarihiyle (filojenez) ve biyolojik süreçlerle genişletmeye çalıştı. Bu, “ruh” ve “beden”i birbirinden ayırmayan, varoluşumuza bütüncül bakan bir yaklaşımdı.

Amfimiksi: Erotik Dürtülerin Gizemli Kaynaşması

Ferenczi’nin teorisinin yapı taşlarından biri “amfimiksi” kavramıdır. Bu, kelime anlamıyla “karşılıklı karışım” demektir ve farklı erojen bölgelerden kaynaklanan kısmi cinsel dürtülerin (oral, anal, üretral, deri erotizmi vb.) genital fonksiyonda bir araya gelip kaynaşmasını ifade eder.

Ferenczi, özellikle normal boşalma (ejakülasyon) sürecini, üretral (idrar yoluyla ilişkili, bırakma/akıtma eğilimi) ve anal (dışkı kontrolüyle ilişkili, tutma/kontrol etme eğilimi) erotizmlerin karmaşık bir dansı olarak açıklar. Normal bir cinsel birleşmede, penisin vajinaya girişiyle başlayan süreçte, bir yandan boşalma arzusu (üretral), diğer yandan bunu kontrol etme, tutma isteği (anal) arasında bir gerilim yaşanır. Sağlıklı işlev, bu iki eğilimin uyumlu bir şekilde işbirliği yapmasını, sürtünmeyle artan uyarının belirli bir eşiği aşmasıyla tutma eğiliminin aşılarak boşalmanın (üretral zaferin) gerçekleşmesini gerektirir.

Peki bu denge bozulursa ne olur? Ferenczi’ye göre, erken boşalma durumunda üretral (bırakma) bileşen baskındır; kişi adeta idrarını tutamayan bir çocuk gibi, değerli gördüğü spermasını kontrolsüzce “saçar”. Geç boşalma veya boşalma güçlüğünde ise anal (tutma) bileşen ağır basar; kişi spermasını “cimrice” saklar, bırakamaz. Ferenczi bu durumu, konuşmadaki sesli ve sessiz harfler arasındaki uyumun bozulduğu “kekemeliğe” benzetir ve buna “cinsel kekemelik” adını verir.

Ferenczi, amfimiksinin sadece üretral ve anal erotizmle sınırlı olmadığını belirtir. Çocukların yemek yerken aynı anda dışkılamaktan zevk alması (oral-anal amfimiksi), parmak emerken kulak memesiyle oynaması (oral-deri amfimiksi), hatta Ferenczi’nin gözlemlediği, lazımlıkta sırayla biraz idrar (“pşur”) biraz dışkı (“pluf”) yaparak bundan keyif alan çocuğun durumu, bu erotik kaynaşmaların çeşitli örnekleridir. Görüldüğü gibi, Ferenczi’ye göre erotik hayatımızın temeli, bu karmaşık ve çok katmanlı dürtü karışımlarına dayanıyor. Bu farklı erotizmlerin nasıl birleştiği ve oranları, sadece cinsel işlevi değil, aynı zamanda bireyin genel karakter yapısını da etkiler.

Ana Fikir: Başlangıca Dönüş Özlemi (Thalassa)

Ferenczi’nin teorisinin kalbi şudur: Cinsel birleşme, çok katmanlı bir geri dönüş arzusunun tatminidir. Bireysel düzeyde (ontogenetik) bu, doğumla terk edilen anne karnındaki o huzurlu, narsisistik bütünlük durumuna dönme özlemidir. Daha da derinde, türümüzün evrimsel geçmişiyle (filogenetik) ilgili bir arzudur: yaşamın köken aldığı, milyonlarca yıl önce terk etmek zorunda kaldığımız okyanusa (Yunanca: Thalassa) geri dönme isteğidir. Bu, sadece bir metafor değil, Ferenczi için biyolojik ve psikolojik gerçekliğe sahip bir dinamiktir. İşte Ferenczi’nin bireysel cinsel işlevin temeline koyduğu bu ‘amfimiksi’ fikri, bizi daha da derinlere, türümüzün kökenlerine götürecek ana fikrine hazırlıyor.

Cinsel Birleşme Evreleri: Biyolojik Bir Drama

Ferenczi, cinsel birleşmenin her aşamasını bu “geri dönüş” ve onunla bağlantılı “travma tekrarı” perspektifinden yorumlar:

  1. Ereksiyon (Dikilme): Bu sadece fizyolojik bir tepki değildir. Penis başının (glans) sünnet derisinden (prepus) sıyrılıp çıkması, adeta koruyucu bir kılıftan “doğmak” gibidir. Bu “doğumla” birlikte organ daha savunmasız hale gelir ve hemen yeni, güvenli bir sığınak, başka bir koruyucu örtü arayışına girer: vajina. Bu, kaybedilen anne karnı (veya okyanus) ortamını yeniden bulma çabasının ilk adımıdır.
  2. Sürtünme (Friksiyon): Penisin vajina içindeki ritmik hareketi de basit bir mekanik eylem değildir. Ferenczi bunu, biyolojideki “autotomi” kavramıyla ilişkilendirir. Tehlike anında kertenkelenin kuyruğunu bırakması gibi, canlıların aşırı uyarı veya acı karşısında bir parçalarını feda etme eğilimi vardır. Ferenczi’ye göre, cinsel birleşmedeki yoğun uyarı da, bilinçdışı düzeyde, organın kendisini bu aşırı gerilimden kurtarmak için bedenden “kopma” eğilimini tetikler. Ereksiyon bu kopma isteğinin yarım kalmış hali, sürtünme ise bu autotomik dürtünün boşalmaya (yani sadece bir parçanın, spermanın feda edilmesine) dönüşmüş, yatışmış bir kalıntısı olabilir. Hayvanlar alemindeki abartılı penis yapıları (armadillo) veya spermayı adeta bir iplikle bırakan zürafa bu eğilimin farklı ifadeleri olabilir. Bu yorumun, biyolojik bir olguya oldukça cesur bir psikanalitik anlam yüklediğini fark etmek önemlidir.
  3. Kur Yapma (Baştan Çıkarma): Evrimsel açıdan bakıldığında, kur yapma ritüelleri, Ferenczi’ye göre ilkel “cinsel savaşımın” günümüzdeki izleridir. Erkek, dişiyi cinsel birleşmeye ikna etmek için iki temel strateji kullanır:
    • Korkutma/Gözdağı (Paternal Hipnoz): Güç gösterisi, şişinme (kurbağa, bukalemun), kükreme (kedigiller), tehditkar duruşlar (deniz filleri). Bu, dişiyi teslimiyete zorlar.
    • Büyüleme/Yatıştırma (Maternal Hipnoz): Parlak renkler, güzel sesler (kuşlar), danslar, çekici kokular (misk, kediotu). Bu, dişiyi adeta hipnotize ederek, onu ana karnı benzeri bir edilgenliğe ve teslimiyete davet eder. Ferenczi, özellikle kokunun bu süreçte çok önemli olduğunu vurgular; genital bölge kokuları, bilinçdışı olarak anne karnını/denizi çağrıştırarak güçlü bir uyarıcı etki yaratabilir. Hatta vajinal salgıların karakteristik “balıksı” kokusundan sorumlu kimyasal maddenin (trimetilamin) çürüyen balıktakiyle aynı olması, bu bağlantıya çarpıcı bir kanıt olarak sunulur.
  4. Orgazm ve Çözülme: Cinsel doruk anı, Ferenczi için en güçlü geri dönüş anıdır. Yoğun haz, kontrol kaybı, bilinçteki bulanıklık veya geçici kayıp; tüm bunlar bireyi anlık da olsa dış dünyadan koparır, zaman ve mekan algısını siler ve onu anne karnındaki o narsisistik, ayrışmamış, “bilinçsiz” varoluş durumuna geri götürür. Bu an, aynı zamanda doğum travmasının yarattığı gerilimin boşaldığı, “mutlu sonla” aşıldığı bir kutlama anıdır.

Soyoluşsal Boyut: Okyanusun Yankıları

Bireysel gelişimdeki bu geri dönüş arzusunu anladıktan sonra, Ferenczi bizi daha da radikal bir alana, türümüzün milyonlarca yıllık evrimsel geçmişine davet ediyor. Onun bakış açısına göre, bireysel deneyimlerimiz, türümüzün dramasının bir yankısıdır:

  • Anne Karnı = Okyanus: Nasıl embriyo anne karnındaki amniyon sıvısı içinde gelişiyorsa, ilk atalarımız da milyonlarca yıl okyanuslarda yaşadı. Anne karnı, türümüzün kaybettiği bu ilkel yuvanın biyolojik bir tekrarıdır. Hatta amniyon sıvısının ritmik hareketleri, okyanus dalgalarının bir yankısı olabilir. Ay döngüsü ile menstrüel döngü arasındaki paralellik de bu kadim deniz bağlantısına işaret edebilir.
  • Simgesel Kanıtlar: Rüyalarda boğulmaktan kurtulmak, suda yüzmek, balık görmek gibi imgeler, sadece bireysel doğum anksiyetesi veya cinsel arzuları değil, aynı zamanda türümüzün sudan karaya geçişinin (büyük kuraklık felaketi) ve okyanusa duyulan bilinçdışı özlemin de ifadesidir. Ünlü amphioxus, bu evrimsel yolculuğun başlangıcını simgeler.
  • İç Döllenme ve Penis: Karada yaşamaya başlayan atalarımızın iç döllenmeyi ve penisi geliştirmesi, Ferenczi’ye göre, kaybedilen nemli ve besleyici deniz ortamını, dişinin vücudunda yeniden yaratma çabasıdır. Penis, bu “iç okyanusa” ulaşmanın aracıdır. Anne, artık denizin yerine geçmiştir.
  • Evrimsel Cinsel Savaşım: Bu “iç okyanusu” kimin fethedeceği ve kimin sağlayacağı konusundaki ilkel rekabet, erkek ve dişi arasındaki farklılaşmanın temelini atmıştır. İşte tam bu noktada Ferenczi, evrimsel cinsiyet farklılaşmasına dair oldukça cesur ve tartışmalı bir hipotez öne sürüyor: Daha “saldırgan” olan ve penisi bir silah gibi geliştiren erkek, aktif rolü kazanmış; dişi ise bu duruma uyum sağlayarak (vajina, dölyatağı) edilgen ama biyolojik olarak daha karmaşık ve “evrimleşmiş” rolü üstlenmiştir.

Cinsellik, Üreme ve Ölüm Güdüsü

Peki ama bireyin bu derin haz arayışı (anne karnına/denize dönüş) ile türün devamını sağlayan üreme işlevi nasıl ve neden birleşti? Bu, teorinin belki de en zorlu sorularından biri. Ferenczi’nin bu soruya yanıtı, bizi yaşamın en başına, hatta öncesine götüren oldukça spekülatif bir düşünce zincirini içeriyor. Burada daha da spekülatif bir alana giriyoruz:

  • Döllenmenin Kökeni: Belki de döllenmenin kendisi, çok daha eski bir felaketin (belki de yaşamın ilk ortaya çıkışı sırasındaki bir kimyasal/fiziksel altüst oluşun) sonucudur. Burada Ferenczi’nin, yaşamın kökenlerine dair neredeyse mitolojik bir anlatıya yaklaştığını görüyoruz. Bu felaket, ilkel tek hücrelileri birbirleriyle kaynaşmaya, adeta birbirlerini “yemeye” zorlamış olabilir. Yüksek organizmaların cinsel birleşmesi, bu en ilkel birleşme biçiminin bir tekrarı olabilir.
  • Tohum Hücreleri ve Korku: Bedenin sperm ve yumurtayı özenle koruması, sadece onlarla özdeşleştiği için değil, aynı zamanda bu hücrelerde birikmiş olan kadim evrimsel “travmaların” tehlikeli potansiyelinden duyulan korku nedeniyle de olabilir. Beden, bu tehlikeli mirası kontrol altında tutmaya çalışır.
  • Bedenin Taklidi: Cinsel birleşme sırasında beden (soma), adeta tohum hücrelerinin (spermatozoit ve yumurta) mikroskobik düzeydeki birleşme eylemini makro düzeyde taklit eder. Ferenczi buna “megasperma” (erkeğin bedeni) ve “megalon” (dişinin bedeni) adını verir.
  • Ölüm Güdüsü: Ferenczi, Freud’un “Haz İlkesinin Ötesinde” geliştirdiği ölüm güdüsü fikrine de değinir. Cinsel boşalma anındaki derin çözülme, sadece anne karnına değil, ondan da önceki inorganik dinginliğe, yani “ölüme” bir geri dönüştür. Çünkü “cansız, canlıdan önce vardı”. Ancak Ferenczi, mutlak bir ölüm olmadığını, inorganikte bile yaşam potansiyelinin (“yaşam tohumu”) bulunduğunu ima eder.

Uyku: Günlük Geri Dönüş

Ferenczi, uyku ile cinsel birleşme arasındaki derin bağı vurgular:

  • Benzerlikler: Her ikisi de ana karnı durumuna geri dönüştür. Dış dünyadan kopma, kasların gevşemesi, cenin pozisyonu, solunumun yavaşlaması, vücut ısısının düşmesi (soğukkanlı atalara gönderme?), hatta Babinski refleksi gibi nörolojik işaretler bu paralelliği gösterir. Hayvanlardaki “ortak uyku” da bu birleşme arzusunun bir ifadesi olabilir.
  • Farklılıklar: Uyku, daha çok sanrısal, bireysel (otoplastik) bir geri dönüştür. Cinsel birleşme ise hem sanrısal hem simgesel hem de kısmen gerçektir (alloplastik); ayrıca uyku sadece huzurlu geri dönüşü temsil ederken, cinsel birleşme doğum travmasının tekrarını ve aşılmasını da içerir. Yaş ilerledikçe uyku ihtiyacının azalması ve cinsel aktivitenin artması (ve sonra ikisinin de azalması) da ilginç bir dinamiktir.

“Biyoanaliz”: Yaşamın Derin Grameri

Ferenczi’nin ‘biyoanaliz’ adını verdiği bu yaklaşım, psikanalitik merceği biyolojik süreçlere çevirerek alışılmışın dışında bir bakış açısı sunuyor. Bu, psikanalitik düşünceyi biyolojiye uygulama girişimidir. Temel varsayımları şunlardır:

  • Organların Psikolojisi: Organlar sadece mekanik parçalar değildir; onların da kendi “erotizmleri”, “çatışmaları” ve “geri dönüş” eğilimleri vardır. Hastalıklar, organların bu “özerotizmine” geri dönmesi veya libidinal dengenin bozulması olarak yorumlanabilir. Örneğin iltihaplanma, embriyonik doku tipine bir geri dönüştür.
  • Biyolojik Bilinçdışı: Tıpkı ruhsal yaşam gibi, biyolojik süreçlerin de görünen yüzeyinin altında, geçmiş evrimsel evrelerin ve deneyimlerin izlerini taşıyan bir “bilinçdışı” katman vardır. Uyku, cinsellik, hastalık gibi durumlar bu katmanın yüzeye çıktığı anlardır.
  • Simgelerin Biyolojik Kökeni: Rüyalardaki, mitlerdeki simgeler sadece psikolojik değil, aynı zamanda biyolojik tarihimizin de şifrelenmiş ifadeleridir.
  • Evrimin Motoru Olarak Arzu: Bu düşünce zinciri, bizi sadece cinselliğe değil, beslenme gibi temel biyolojik işlevlere bile farklı bir gözle bakmaya itiyor. Ferenczi, Lamarck’a yakın durarak, evrimin sadece rastlantısal mutasyonlar ve ayıklanma ile değil, aynı zamanda canlının çevreye uyum sağlama ve kaybedilmiş durumları yeniden kurma “arzusu” ile de yönlendirildiğini düşünür. “Filofaji” (soyunu/atalarını yeme) kavramı, beslenme eyleminin bile bu kökensel bağlantıları taşıdığını ima eder.

Sonuç: Spekülasyon mu, Derin Gerçeklik mi?

Gördüğünüz gibi, Ferenczi’nin teorisi cinsellikten uykuya, evrimden biyolojiye uzanan geniş ve karmaşık bir ağ örüyor. “Thalassa”, okuyucuyu sarsan, konfor alanının dışına çıkaran, oldukça spekülatif ve cesur bir eserdir. Cinsel birleşmeyi okyanusa dönüşle, evrimsel felaketlerle ilişkilendirmek, bilimsel kanıtların sınırlarını zorlayan, hatta zaman zaman aşan bir girişimdir. Ferenczi’nin kendisi de bu fikirlerin varsayımsal doğasının farkındadır ve biyolojiye psikolojik kavramlar atfetme (psikomorfizm) veya Lamarckçı evrim görüşü gibi eleştirilere açık olduğunun bilincindedir.

Ancak “Thalassa”nın değeri, sunduğu kesin cevaplardan çok, sorduğu derin sorularda ve açtığı yeni düşünce koridorlarında yatar. Ferenczi, ruh ve bedeni, birey ve türü, psikoloji ve biyolojiyi birleştiren bütüncül bir bakış açısı sunmaya çalışmıştır. Onun “biyoanalitik” yaklaşımı, belki de Otto Rank’ın “Doğum Travması” gibi diğer radikal fikirlerle birlikte, insan varoluşunun en temel katmanlarına, okyanusların derinliklerinden bugünkü karmaşık ruhsal yapımıza uzanan o uzun ve gizemli yolculuğa ışık tutma potansiyeli taşır. Ferenczi’nin daha sonraki çalışmalarında travmanın bireysel deneyimine daha fazla odaklanacak olması, belki de bu filogenetik “felaket” düşüncesinin bir uzantısı olarak da görülebilir.

Sonuç olarak, Ferenczi bize şunu sorar: En mahrem ve içgüdüsel eylemlerimizde bile, milyonlarca yıllık bir geçmişin, unutulmuş okyanusların ve anne karnının yankıları olabilir mi? Bu sorular, kesin cevapları olmasa bile, insan doğasının gizemine dair düşünmeye değer, kışkırtıcı sorulardır.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir