Rüyalarımız neden bu kadar tuhaf ve anlamlı gelir? Ya da bazen neden hiç beklemediğimiz şeyler söyler, yaparız? Dilimiz sürçtüğünde aslında bilinçaltımız mı konuşur? İşte bu tür sorular, insan zihninin derinliklerini keşfetmeye çalışan büyüleyici bir alan olan psikanalizin kalbinde yer alıyor.
Bugün sizlerle, psikoloji tarihinde bir devrim yaratan ve hala etkisini sürdüren psikanaliz üzerine derinlemesine bir sohbet gerçekleştireceğiz. Bu yolculukta bize, Saffet Murat Tura’nın “Freud’dan Lacan’a Psikanaliz” adlı kapsamlı eseri rehberlik edecek. Tura’nın kitabında da belirttiği gibi, psikanalizle ilişki kurmak, zaman zaman şüphe ve tereddütlerle dolu, gelgitli bir serüven olabilir. Tıpkı Tura’nın kendi düşünsel yolculuğunda olduğu gibi, biz de bu alana eleştirel ama bir o kadar da meraklı bir gözle yaklaşacağız. Haydi başlayalım!
Her Şeyin Başladığı Yer: Freud ve Bilinçdışının Keşfi
Psikanaliz denince akla ilk gelen isim, şüphesiz Sigmund Freud’dur. Viyanalı bu nörolog, kendi zamanı için radikal bir fikirle ortaya çıktı: Zihnimizin sadece buzdağının görünen kısmı olan bilinçten ibaret olmadığını, asıl büyük ve etkili kısmın derinlerde, yani bilinçdışında yattığını söyledi. O güne kadar psikoloji büyük ölçüde bilinçli deneyimlerle ilgilenirken, Freud dikkatleri yüzeyin altındaki görünmeyen güçlere çekti.
Peki, nedir bu bilinçdışı? Freud’a göre burası, farkında olmadığımız ama davranışlarımızı, duygularımızı ve düşüncelerimizi derinden etkileyen arzuların, korkuların, anıların ve dürtülerin saklı olduğu gizemli bir alandır. Toplum tarafından kabul görmeyen, ahlaki değerlerimizle çatışan, çocukluktan kalma ve çoğu zaman rahatsız edici istekler, travmatik anılar bu karanlık depoda varlığını sürdürür. Freud, bu istenmeyen düşünce ve arzuları bilinçten uzak tutmak, adeta üzerini örtmek için kullandığımız temel mekanizmaya bastırma adını verdi. Bu, bilinçli farkındalığımızın kaldıramayacağı yükleri derine itme eylemiydi.
Bilinçdışının Sesleri: Rüyalar, Dil Sürçmeleri ve Belirtiler
Ama bastırılan bu içerik öylece yok olmaz, sürekli bir çıkış yolu arar. Freud’a göre bilinçdışı, kendini doğrudan gösteremese de, çeşitli kılık değiştirmelerle yüzeye sızar. İşte burada psikanalizin en bilinen keşiflerinden bazıları devreye girer:
- Rüyalar: Freud için rüyalar, “bilinçdışına giden kraliyet yolu” idi. Rüyaların genellikle anlamsız, karmaşık görünen yüzeydeki içeriğinin (açık içerik – manifest content) altında, bastırılmış arzuların ve çatışmaların gizlendiği derin bir anlam katmanı (gizli içerik – latent content) yattığına inanıyordu. Zihnimiz uykudayken, Ego’nun sansür mekanizması gevşer ve bilinçdışı arzular, çeşitli sembolik dönüşümlerden geçerek (yoğunlaştırma – condensation: birden fazla fikrin tek bir imgede birleşmesi; yer değiştirme – displacement: önemli bir duygunun daha önemsiz bir imgeye aktarılması gibi rüya-işlemi mekanizmalarıyla) rüyada kendilerini ifade ederler. Örneğin, Tura’nın kitabında Jung’un analiz ettiği Kelt kılıcı rüyasında, kılıcın babanın gücünü, fallusu veya hastanın kendi içindeki bastırılmış erkeksi potansiyeli temsil etmesi gibi farklı anlam katmanları bulunabilir. Psikanalitik yorum, bu sembolik dili çözerek gizli anlama ulaşmayı hedefler.
- Dil Sürçmeleri ve Hatalı Eylemler (Parapraxis): Günlük hayatta yaptığımız basit hatalar, örneğin bir ismi unutmak, yanlış kelime kullanmak (lapsus) veya bir eşyayı kaybetmek gibi durumlar da Freud’a göre tesadüfi değildi. Bunlar, bilinçdışındaki bir arzunun veya çatışmanın, anlık bir dikkat dağınıklığından faydalanarak kendini belli etme biçimleriydi.
- Nevrotik Belirtiler: Açıklanamayan korkular (fobiler), takıntılı düşünceler (obsesyonlar), tekrarlayan davranışlar (kompulsiyonlar) veya bedensel yakınmalar (histerik belirtiler) gibi nevrotik semptomlar da Freud için bilinçdışı çatışmaların sembolik ifadeleriydi. Belirti, hem bastırılmış arzunun kısmi bir doyumunu sağlar hem de bu arzunun yarattığı suçluluk duygusuna karşı bir tür cezalandırma işlevi görürdü.
Zihnin Haritası: İd, Ego ve Süperego
Freud, zihinsel yapımızı daha iyi anlamak ve bu içsel çatışmaları açıklamak için zamanla yapısal bir model geliştirdi. Bu model, kişiliğimizin üç temel, sürekli etkileşim ve çatışma halindeki bileşeninden oluşur: İd, Ego ve Süperego.
- İd (Alt Benlik): Kişiliğimizin en ilkel, doğuştan gelen, tamamen bilinçdışı parçasıdır. Temel biyolojik dürtülerimizin (açlık, susuzluk, cinsellik, saldırganlık) kaynağıdır. İd, haz ilkesine göre çalışır; yani anında tatmin ister ve acıdan, gerilimden derhal kaçınmaya çalışır. Mantık, ahlak, zaman veya dış gerçeklik onun için bir anlam ifade etmez. Freud’un “birincil süreç düşüncesi” dediği, mantıksız, hayalperest ve sembolik düşünce tarzı İd’e hakimdir.
- Ego (Ben): İd’den farklılaşarak, dış dünyayla temas sonucunda gelişen, büyük ölçüde bilinçli ve kısmen bilinçdışı çalışan yapıdır. Ego, gerçeklik ilkesine göre hareket eder. Görevi, İd’in ilkel taleplerini, Süperego’nun katı ahlaki kısıtlamalarını ve dış dünyanın gerçeklerini uzlaştırmaktır. Hazları erteleyebilir, plan yapabilir, mantık yürütebilir ve problemler çözebilir. Ego, İd’den gelen kabul edilemez dürtülerin yarattığı kaygıyla başa çıkmak ve Süperego’nun baskısını hafifletmek için bilinçdışı savunma mekanizmalarını devreye sokar. Bastırma en temel mekanizma olsa da, Ego’nun cephaneliği geniştir: Hoşumuza gitmeyen duygu veya düşüncelerimizi başkalarına atfetmek (yansıtma), başarısızlıklarımız veya kabul edilemez davranışlarımız için mantıklı görünen ama doğru olmayan bahaneler bulmak (rasyonalizasyon), tehdit edici bir dürtüyü tam tersi bir davranışla gizlemek (karşıt tepki kurma), ilkel dürtülerimizi toplumca kabul gören sanatsal, bilimsel faaliyetlere yönlendirmek (yüceltme) gibi pek çok stratejiye başvururuz. Bu mekanizmalar kısa vadede bizi rahatlatsa da, aşırı veya katı kullanımları gerçeklikle bağımızı koparabilir.
- Süperego (Üst Ben): Kişiliğimizin ahlaki, yargılayıcı kısmıdır. Çocuklukta, özellikle Oedipus kompleksinin çözümlenmesi sırasında, ebeveynlerin ve toplumun değer yargılarını, kurallarını ve yasaklarını içselleştirmesiyle oluşur. İki alt bölümden oluşur: Vicdan (yapılmaması gerekenler ve yapıldığında suçluluk yaratanlar) ve Ego ideali (olunması gereken ideal benlik imajı, hedefler). Süperego, İd’in haz arayışını ve Ego’nun gerçekçi çözümlerini ahlaki açıdan yargılar, katı ve cezalandırıcı olabilir. Büyük ölçüde bilinçdışıdır.
Freud’a göre sağlıklı bir kişilik, bu üç yapı arasında dinamik bir denge kurabilen Ego’nun varlığına bağlıdır. Nevrozlar ise genellikle bu yapılar arasındaki çözümlenmemiş çatışmalardan kaynaklanır.
Yaşam ve Ölüm İçgüdüleri: Eros ve Thanatos
Freud’un düşüncesi zamanla evrildi ve başlangıçta odaklandığı cinsel dürtülerin (libido) yanına yeni ve daha tartışmalı bir kavram ekledi: Ölüm İçgüdüsü (Thanatos). Ona göre, insan ruhunda sadece yaşama, birleşmeye, yaratmaya yönelik Yaşam İçgüdüsü (Eros) yoktu; aynı zamanda yıkıma, saldırganlığa ve nihai olarak canlılık öncesi durağanlığa, yani ölüme geri dönme eğilimi de vardı. Freud, savaşlar, kendine zarar verme davranışları ve travmatik olayları tekrar tekrar yaşama eğilimi (tekrarlama zorlantısı) gibi olguları Thanatos ile açıklamaya çalıştı. Bu fikir, psikanaliz içinde bile oldukça tartışmalı oldu. Fenichel gibi bazı takipçileri, Eros ve Thanatos’u ayrı içgüdüler olarak görmenin gereksiz olduğunu, her ikisinin de temelde gerilimi azaltma (haz ilkesi veya süreğenlik ilkesi) çabasının farklı yolları olabileceğini savundu. Erich Fromm gibi kültüralist ekolden gelenler ise ölüm içgüdüsünü tamamen reddedip saldırganlığı daha çok engellenmelere bir tepki olarak gördüler. Yine de bu ikili içgüdü teorisi, insan motivasyonunun karmaşıklığını (hem sevgiye hem nefrete, hem yaratmaya hem yıkmaya yönelik potansiyelimizi) kavramaya yönelik önemli bir girişimdi.
Gelişim Yolculuğu ve Oedipus Kompleksi
Freud ayrıca, kişiliğin belirli psikoseksüel evrelerden (Oral, Anal, Fallik, Latans ve Genital) geçerek geliştiğini öne sürdü. Her evrede haz (libido) farklı bir erojen bölgeye odaklanır ve bu evrelerde yaşanan deneyimler (aşırı doyum veya engellenme), yetişkinlikteki kişilik özelliklerimizi etkileyebilir (fiksasyon/saplantı). Örneğin, oral dönemde aşırı engellenmiş birinin yetişkinlikte güvensiz ve bağımlı olabileceği, anal dönemde katı tuvalet eğitimi alan birinin aşırı düzenli veya inatçı olabileceği gibi fikirler bu teoriye dayanır.
Bu evreler içinde en çok tartışılanı şüphesiz Fallik dönemde (yaklaşık 3-6 yaş arası) ortaya çıkan Oedipus kompleksidir (Ödip karmaşası). Freud’a göre çocuklar bu dönemde cinsel organlarına ilgi duymaya başlar ve ebeveynleriyle olan ilişkileri karmaşık bir hal alır. Erkek çocuk, annesine karşı erotik bir arzu duyar ve babasını bu arzunun önünde bir engel, bir rakip olarak görür; babası tarafından iğdiş edilme (kastrasyon anksiyetesi) korkusu yaşar. Kız çocuk ise (Freud’un daha sonra geliştirdiği ve “Elektra kompleksi” olarak da adlandırılan teorisine göre) başlangıçta anneye bağlıyken, penisi olmadığını fark edince “penis kıskançlığı” yaşar, anneyi suçlar ve babasına yönelir; babasından bir çocuk (penis yerine geçen) sahibi olmayı arzular. Freud’a göre bu karmaşanın sağlıklı çözümü, çocuğun karşı cinsteki ebeveyne yönelik arzusunu bastırması ve aynı cinsteki ebeveynle özdeşleşerek onun özelliklerini ve toplumsal cinsiyet rolünü benimsemesidir. Bu özdeşleşme, Süperego’nun (özellikle Ego idealinin) gelişiminde kritik bir rol oynar. Freud, kız çocukların kastrasyon korkusu yaşamadıkları için Oedipus kompleksini erkekler kadar net çözemediklerini ve bu nedenle Süperego’larının daha az gelişmiş olduğunu iddia etmesiyle yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Oedipus kompleksinin çözümlenememesi, Freud’a göre yetişkinlikteki nevrozların, ilişki sorunlarının ve cinsel kimlik problemlerinin temel kaynağıdır.
Analitik Süreç: Aktarım ve Karşı Aktarım
Freud’un geliştirdiği psikanaliz tekniğinin merkezinde aktarım (transferans) ve karşı aktarım (countertransference) kavramları yer alır. Aktarım, hastanın analiz sürecinde, geçmişteki önemli figürlere (özellikle ebeveynlere) yönelik duygu, arzu ve beklentilerini bilinçdışı bir şekilde analiste yansıtmasıdır. Hasta, analisti sanki babası, annesi veya başka bir önemli figürmüş gibi algılayabilir ve ona karşı yoğun (olumlu veya olumsuz) duygular besleyebilir. Freud, bu aktarım ilişkisinin analiz edilmesinin, hastanın geçmiş çatışmalarını anlaması ve çözümlemesi için kilit öneme sahip olduğunu düşünmüştür. Karşı aktarım ise, analistin hastanın aktarımlarına veya kendi geçmiş yaşantılarına bağlı olarak hastaya karşı geliştirdiği bilinçdışı duygusal tepkilerdir. Analistin bu tepkilerinin farkında olması ve bunları kendi analizinden geçirmesi, terapi sürecini objektif bir şekilde yürütebilmesi için zorunludur.
Psikanaliz Evriliyor: Eleştiriler ve Yeni Yollar
Freud’un fikirleri devrim niteliğinde olsa da, zamanla hem kendi içinde evrildi hem de ciddi eleştirilerle karşılaştı. Psikanaliz hiçbir zaman tek ve değişmez bir kuram olmadı.
- Bilimsellik Tartışması: En bilinen eleştirilerden biri, filozof Karl Popper’dan geldi. Popper, psikanalizin bilimsel bir teori sayılabilmesi için gereken “yanlışlanabilirlik” ilkesini karşılamadığını savundu. Psikanalitik teorinin esnekliği, hemen her türlü gözlemi kendi içinde açıklayabilmesi (örneğin bir davranış hem bastırılmış bir arzunun ifadesi hem de ona karşı bir savunma olarak yorumlanabilir) ve çürütülmesinin zorluğu, Popper’a göre onu bilimden çok metafiziğe yaklaştırıyordu. Psikanaliz, destekleyici kanıtları bulma eğilimindeyken, teoriyi zorlayacak veya çürütecek durumları göz ardı edebiliyordu. Tura’nın da belirttiği gibi, psikanaliz teorisi, ölçülebilir ve tekrarlanabilir deneylerden çok yoruma dayalı olduğu için bu eleştiri hala geçerliliğini koruyor. Ancak Tura, Popper’ın eleştirisine karşı, klinik pratiğin doğası ile teorik bilimin metodolojisinin farklı olduğunu, ayrıca rakip psikanalitik yorumların (Freud, Jung, Adler) her zaman birbirini dışlamayabileceğini, farklı odak noktalarına sahip olabileceğini belirterek nüanslar ekler.
- Biyolojinin Yükselişi: Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında biyoloji, fizyoloji ve farmakolojideki gelişmeler, pek çok ruhsal sorunun beyin kimyası ve genetikle ilişkili olduğunu gösterdi. İlaç tedavilerinin yaygınlaşması ve beyin görüntüleme tekniklerinin gelişimi, psikanalizin psikiyatrideki merkezi konumunu sarstı ve altın çağının sonunu getirdi.
- Kültürel ve Sosyal Eleştiriler: Bazı psikanalistler (Yeni Freud’cular olarak anılırlar: Karen Horney, Harry Stack Sullivan, Erich Fromm gibi), Freud’un biyolojik dürtülere (özellikle libidoya) yaptığı vurgunun aşırı olduğunu, kişilerarası ilişkilerin, kültürel normların ve sosyal faktörlerin kişilik gelişiminde daha belirleyici olabileceğini savundular. Örneğin, Sullivan, psikiyatrinin odak noktasının bireyin içsel dürtülerinden çok, kişilerarası ilişki örüntüleri olması gerektiğini belirtti. Clara Thompson gibi isimler, örneğin oral dönemin öneminin biyolojik temelinden çok, o dönemdeki beslenme alışkanlıkları ve anne-çocuk etkileşimi gibi kültürel pratiklere bağlı olduğunu vurguladı. Oedipus kompleksinin evrenselliği sorgulandı ve farklı kültürlerdeki aile yapılarının farklı psikolojik dinamikler yaratabileceği öne sürüldü. Kadın cinselliği hakkındaki görüşleri de (penis kıskançlığı gibi) bu ekol tarafından kültürel cinsiyet eşitsizliğinin bir yansıması olarak yorumlandı ve ciddi eleştirilere maruz kaldı.
- İç Ayrılıklar ve Ben Psikolojisi: Freud’un kendi öğrencileri ve takipçileri arasında da önemli fikir ayrılıkları yaşandı. Carl Jung, kolektif bilinçdışı ve arketipler kavramlarıyla kendi yolunu çizdi, bireyin kendini gerçekleştirme ve anlam arayışına vurgu yaptı. Alfred Adler, aşağılık duygusu ve bunu telafi etme çabası ile sosyal ilgiye odaklandı. Melanie Klein, çocuk psikanalizine ve yaşamın ilk yılındaki erken dönem nesne ilişkilerine yaptığı vurguyla farklılaştı. Bu ayrışmaların yanı sıra, özellikle Freud’dan sonra Amerika’da Ben Psikolojisi (Ego Psychology) adı verilen güçlü bir akım gelişti. Anna Freud, Heinz Hartmann gibi isimlerin öncülük ettiği bu akım, Ego’nun sadece İd ve Süperego arasında bir arabulucu olmadığını, aynı zamanda gerçekliğe uyum sağlama, savunma mekanizmalarını yönetme, öğrenme gibi kendi başına önemli işlevleri olduğunu vurguladı. Hartmann, Ego’nun çatışmadan bağımsız, özerk bir alanı olduğunu da öne sürdü. Terapide amaç, Ego’yu güçlendirmek ve daha işlevsel hale getirmekti.
Sahneye Lacan Giriyor: Dil, Arzu ve Özne
İşte tam bu noktada, psikanaliz tarihinin en özgün, en karmaşık ve belki de en tartışmalı figürlerinden biri olan Jacques Lacan sahneye çıkıyor. Fransız psikiyatr Lacan, Freud’a bir “geri dönüş” çağrısı yaparak, psikanalizin özünü yeniden keşfetmeyi hedeflediğini söyledi. Ancak bunu yaparken, Freud’u yapısalcı dilbilim ve felsefe ışığında radikal bir şekilde yeniden yorumladı. Lacan, özellikle Ben Psikolojisi’nin Freud’un radikal keşfi olan bilinçdışını, arzuyu ve öznenin bölünmüşlüğünü geri plana ittiğini, Ego’yu yücelterek psikanalizi bir tür uyum sağlama psikolojisine indirgediğini düşünerek bu akımı sert bir dille eleştirdi.
Lacan’ı anlamak, Tura’nın da belirttiği gibi, oldukça zorlu bir entelektüel çaba gerektirir. Onun dili karmaşık, üslubu şifreli ve göndermelerle doludur. Ancak temel fikirlerini basitleştirerek anlamaya çalışalım:
- “Bilinçdışı Bir Dil Gibi Yapılanmıştır”: Bu, Lacan’ın belki de en ünlü ve temel mottosudur. Lacan’a göre bilinçdışı, Freud’un düşündüğü gibi sadece bastırılmış dürtülerin kaotik bir deposu değildir. Bilinçdışı, kendine özgü kuralları, mantığı olan, tıpkı bir dil gibi işleyen sembolik bir sistemdir. Nasıl dil kelimeler (gösterenler) ve anlamlar (gösterilenler) arasındaki ilişkiler üzerine kuruluysa, bilinçdışı da benzer bir şekilde işler. Rüyalarımız, belirtilerimiz, dil sürçmelerimiz bu sistemin ürünleridir ve dilbilimsel mekanizmalarla – özellikle metafor (bir gösterenin yerine başka bir gösterenin geçmesi, bastırmanın temel mekanizması) ve metonimi (bir gösterenin çağrışım yoluyla başka bir gösterene kayması, arzunun sürekli yer değiştirmesi) ile – analiz edilebilirler. Dil, sadece düşüncelerimizi ifade eden bir araç değil, aynı zamanda bilinçdışımızı, öznelliğimizi ve algıladığımız gerçekliği yapılandıran temel unsurdur.
- Gösteren (Signifier) / Gösterilen (Signified) ve Lacan’ın Yorumu: Yapısalcı dilbilimden (Saussure) ödünç aldığı bu kavramları Lacan kendine özgü bir şekilde kullanır. Gösteren (S), kelimenin ses imgesi veya yazılışı gibi maddi yönüdür. Gösterilen (s) ise onun temsil ettiği kavram veya anlamdır. Saussure bu ikisini bir kağıdın iki yüzü gibi ayrılmaz görürken, Lacan araya bir “çubuk” (bar) koyar (S/s) ve gösterenin gösterilen üzerinde bir önceliği olduğunu, hatta gösterileni yarattığını/belirlediğini savunur. Ona göre anlam sabit değildir; gösterenler zincirinde sürekli kayar ve bir gösteren, başka bir gösterene gönderme yapar. Biz anlamı yakalamaya çalıştıkça, o hep başka bir kelimede, başka bir imgede belirir. Bilinçdışı tam da bu kayan, sabitlenemeyen gösterenler zincirinde işler.
- Üç Düzen (İmgesel, Simgesel, Gerçek): Lacan, insan psişesinin ve deneyiminin iç içe geçmiş üç temel düzen veya kayıt (register) etrafında şekillendiğini söyler:
- İmgesel (Imaginary): Bu, dil öncesi döneme, yanılsamalara, özdeşleşmelere ve ikili ilişkilere aittir. Bebek, Ayna Evresi (Ayna Evresi) dediği kritik dönemde (yaklaşık 6-18 ay), aynadaki veya başka birinin (genellikle annenin) bütünsel görüntüsüyle kendini özdeşleştirir. Bu, motor kontrolü henüz gelişmemiş, bedenini parçalanmış hisseden çocuğun, dışarıdan gelen bir imge aracılığıyla bir bütünlük ve benlik (Ego/Ben – moi) yanılsaması kazanmasıdır. Ancak bu “ben”, dışarıdaki bir imgeye dayandığı için her zaman biraz yabancı, “öteki”dir ve bir yanlış tanımadır (méconnaissance). İmgesel düzen, rekabet, narsisizm, baştan çıkarma ve agresivite ile karakterizedir. Anne-çocuk ilişkisi başlangıçta bu düzende kurulur.
- Simgesel (Symbolic): Bu, dilin, yasanın, kültürün, toplumsal kuralların ve yapının düzenidir. Çocuk, Baba’nın Adı (Nom-du-Père) dediği temel gösterenle – yani sadece biyolojik babayı değil, aynı zamanda yasanın, toplumsal düzenin ve dilin kendisinin temsilcisi olan bu işlevle – Simgesel düzene tam olarak girer. Simgesel düzen, bizim öznelliğimizi (Subject/Özne – sujet) oluşturur; bizi toplum içinde bir konuma yerleştirir, arzularımızı ve ilişkilerimizi yapılandırır. Ancak dil, gerçeği tam olarak temsil edemediği için, Simgesel düzene girmek aynı zamanda bir bölünmeyi, bir eksikliği de beraberinde getirir. Özne, dil tarafından belirlendiği ve bölündüğü için her zaman tam olarak kendisiyle örtüşmez. Lacan’ın “Büyük Öteki” (Autre / Öteki) dediği kavram da Simgesel düzenle ilişkilidir; dilin, yasanın, kültürün anonim ve yapılandırıcı gücünü temsil eder.
- Gerçek (Real): Bu, Lacan’ın belki de anlaşılması en zor ve en radikal kavramıdır. Gerçek, bizim gündelik dilde kullandığımız “gerçeklik” (reality – ki bu daha çok Simgesel ve İmgesel tarafından yapılandırılır) değildir. Tam tersine, Simgesel ve İmgesel düzenlerin dışında kalan, dilin ve imgelerin ifade edemediği, temsil edilemeyen, travmatik, ham, farklılaşmamış ve kaotik olan alandır. O, dilin sınırlarını, temsilin imkansızlığını işaret eder. Ölüm, aşırı haz (jouissance), travma, bedenin parçalanmışlığı gibi deneyimler Gerçek’e dokunabilir. O, sürekli olarak dilin ve imgelerin örtmeye çalıştığı ama asla tamamen başarılı olamadığı, rahatsız edici bir “imkansızlık”tır.
- İhtiyaç, Talep ve Arzu: Lacan’a göre insan arzusu, temel bir eksiklikten (manque à être) kaynaklanır. Bu eksikliği anlamak için üç kavramı ayırt eder: İhtiyaç (Need) biyolojiktir (yemek, su gibi) ve giderilebilir. Talep (Demand) ise dil aracılığıyla ifade edilir ve her zaman ihtiyacın ötesindedir. Çocuk annesinden meme istediğinde sadece açlığını gidermeyi değil, aynı zamanda annenin varlığını, sevgisini, dikkatini, yani bir tanınma talebini de ifade eder. Dil ile ifade edilen her talep, aslında bir sevgi talebidir ve bu talep asla tam olarak karşılanamaz çünkü Öteki’nin (annenin) arzusu da başka yerdedir. İşte Arzu (Desire), biyolojik ihtiyaç ile dilin sonsuz talebi arasındaki bu kapatılamaz boşlukta, bu eksiklikte ortaya çıkar. Arzu, belirli bir nesneye yönelik değildir; Öteki’nin arzusunu arzulamaktır, eksik olanı arzulamaktır. Bu nedenle arzu asla tam olarak doyurulamaz, sürekli olarak başka nesnelere, başka gösterenlere doğru kayar (metonimi). Arzunun bu tatmin edilemez doğası, insanı sürekli hareket halinde tutar. Lacan’ın “objet petit a” (küçük a nesnesi) kavramı da bu bağlamda önemlidir; arzunun asla ulaşılamayan, kaybedilmiş, eksik nesnesini, arzumuzu kışkırtan ama onu asla dolduramayan o boşluğu temsil eder.
- Oedipus Kompleksi (Lacan’cı Yorum): Lacan, Oedipus kompleksini Freud gibi biyolojik veya sadece aile içi bir drama olarak değil, çocuğun Simgesel düzene girişinin temel mekanizması olarak görür. Anneyle kurulan İmgesel ikili ilişkiden (annenin arzusu olma fantazisi), Baba’nın Adı’nın (Yasa’nın) araya girmesiyle Simgesel üçgen yapıya geçilir. Bu geçiş, çocuğun anneye yönelik arzusunu bastırmasını (kökensel bastırma) ve Yasa’ya tabi olmasını gerektirir. Bu süreçte çocuk, “annenin fallusu olma” konumundan vazgeçip, fallusa (iktidarın, bütünlüğün simgesi) “sahip olma” veya “olmama” konumlarından birini (cinsel kimliğini) benimsemek zorunda kalır. Bu “Simgesel Kastrasyon”, bizi dilin ve kültürün öznesi yapar ama aynı zamanda temel bir eksiklik yaratır.
Psikoz: Simgesel Düzenin Başarısızlığı
Lacan’a göre, Simgesel düzene bu temel giriş başarısız olduğunda, yani Baba’nın Adı (Simgesel Yasa’nın ve dilin temel dayanak noktası) öznenin psikolojik yapısında yerleşmek yerine dışarıda bırakıldığında (forclusion), psikozun zemini hazırlanmış olur. Baba’nın Adı, gösterenler zincirini sabitleyen, anlamı mümkün kılan temel bir “düğüm noktası” (point de capiton) işlevi görür. Bu temel referans noktası olmayınca, gösterenler gösterilenlerden kopar, anlam dünyası parçalanır, dil özel ve anlaşılmaz bir hal alır (neolojizmler vb.). İç dünya ile dış dünya, özne ile nesne arasındaki sınırlar bulanıklaşır. Dışarıda bırakılan şey, daha sonra Gerçek’ten, halüsinasyonlar veya hezeyanlar şeklinde geri dönebilir. Tura’nın kitabında Lacan’ın yorumladığı Dick vakası, terapistin çocuğa dışarıdan Oidipal yapıyı (Baba-Anne-Çocuk üçgenini) simgesel olarak sunarak, eksik olan Baba’nın Adı işlevini yerine koymaya ve onu dilin, anlamın ve kültürün ortak dünyasına (Simgesel düzene) sokmaya çalışmasının bir örneğidir. Psikozun temelinde, Lacan’a göre, bu simgesel düzene tam olarak dahil olamama yatar.
Psikanaliz Bugün Ne İfade Ediyor?
Peki, tüm bu karmaşık teoriler bugün bizim için ne anlam ifade ediyor? Klasik psikanaliz, psikiyatri kliniklerinde eski egemenliğini yitirmiş olsa da, mirası hala yaşıyor ve dönüşerek varlığını sürdürüyor.
- Terapi Dünyası: Psikanalitik düşünce, pek çok modern psikoterapi yaklaşımını (psikodinamik terapiler, nesne ilişkileri terapisi, kendilik psikolojisi vb.) derinden etkilemiştir. Aktarım (transferans), karşı aktarım, direnç, savunma mekanizmaları, bilinçdışı fanteziler gibi kavramlar terapistlerin insan ruhunu anlamada ve terapi sürecini yönetmede başvurduğu temel araçlar olmaya devam etmektedir. Lacan’cı analiz ise kendi özgün klinik pratiğiyle varlığını sürdürmektedir.
- Kültürel Etki: Psikanaliz, psikolojinin sınırlarını aşarak edebiyat eleştirisi (karakterlerin bilinçdışı motivasyonları, metinlerin gizli anlamları), sinema teorisi (bakış açısı, arzu mekanizmaları, film noir), felsefe (özne, arzu, dil konuları), sosyoloji (toplumsal cinsiyet, iktidar ilişkileri) ve genel olarak kültürel çalışmalarda güçlü ve kalıcı bir etki yaratmıştır. İnsan davranışını, toplumsal yapıları, sanatı ve kültürü anlamak için hala kışkırtıcı ve verimli bir yorumlama çerçevesi sunmaktadır. Özellikle Lacan’ın düşünceleri, Foucault, Derrida, Althusser, Žižek gibi pek çok önemli düşünürü etkilemiş, post-yapısalcılık ve eleştirel teori üzerinde belirleyici olmuştur.
- Gündelik Hayat: Farkında olmasak da, “Freudyen sürçme”, “bilinçaltı”, “savunma mekanizması”, “ego”, “narsisizm” gibi psikanalitik terimler gündelik dilimize ve kendimizi, ilişkilerimizi anlama biçimimize sızmıştır. Çocukluk deneyimlerinin yetişkinlik üzerindeki etkisi fikri yaygın olarak kabul görmektedir.
Ancak psikanalizin bilimsel statüsü hala hararetli bir tartışma konusudur. O, doğa bilimleri gibi kesin kanıtlar ve niceliksel ölçümler sunmaktan çok, insan deneyiminin karmaşıklığını, öznelliğini ve anlam dünyasını yorumlamaya çalışan bir “hermeneutik” (yorumsamacı) yaklaşım olarak mı görülmeli? Yoksa Tura’nın kitabının sonsözünde ısrarla ve haklı olarak vurguladığı gibi, kökenindeki bilimsel iddiayı unutmamalı mı? Tura, psikanalizin kurucusunun niyetine sadık kalmak için, günümüz nörobilim bulgularıyla ciddi bir diyalog kurması, kendi metapsikolojik varsayımlarını (bastırma, enerji vb.) modern bilimin ışığında yeniden gözden geçirmesi ve dönüştürmesi gerektiğini savunur. Freud’un kendi ifadesiyle, gelecekteki biyolojik keşiflerin, onun kurduğu “yapay yapının” tümünü sürükleyip götürebileceği ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Tura’ya göre asıl sorunumuz kurumsal geleneklere körü körüne sadakatten çok, Freud’un bilimsel mirasına liyakat göstermektir. Bu meydan okuma, psikanalizin 21. yüzyıldaki yerini belirleyecektir.
Son Söz Yerine
Freud’dan Lacan’a uzanan bu derinlemesine yolculuk, insan zihninin ne kadar karmaşık, katmanlı, çelişkili ve büyüleyici olduğunu bir kez daha gösteriyor. Psikanaliz, bize kendimize ve başkalarına dair rahatsız edici gerçekleri fısıldayabilir, en derin arzularımızı ve korkularımızı, kimliğimizin nasıl kurulduğunu ve dilin bunda nasıl bir rol oynadığını anlamaya çalışır. Belki de tüm cevapları vermez, hatta Tura’nın da uyardığı gibi ona bir öğreti gibi körü körüne inanmak yerine, eleştirel bir mesafeyi koruyarak, sorgulayarak yaklaşmak gerekir. Ancak şurası kesin ki, psikanaliz, yaklaşık yüz yılı aşkın bir süredir olduğu gibi, zihnimizin derinliklerindeki o gizemli ve çoğu zaman tekinsiz yolculuğa çıkmak isteyenler için hala vazgeçilmez, kışkırtıcı ve dönüştürücü bir düşünce alanı sunuyor.
Peki siz ne düşünüyorsunuz? Kendi rüyalarınızda veya gündelik hayatınızda bilinçdışının, savunma mekanizmalarının veya dilin ötesindeki arzunun izlerini görüyor musunuz? Psikanalizin bilimle ilişkisi hakkındaki düşünceleriniz neler? Bu keşif yolculuğu sizde hangi yeni kapıları araladı veya hangi soruları uyandırdı?