Doğum Travması ve Yaşam Boyu Süren Yankıları

Hiç içinizde tarif etmesi zor bir özlem, bir yandan ait olma isteğiyle diğer yandan kendi başınıza kalma arzusu arasında gidip gelen bir his oldu mu? Ya da belki de hayatınızdaki başlangıçların ve bitişlerin neden bu kadar yoğun duygular uyandırdığını merak ettiniz mi? Bugün, psikoloji tarihinin belki de biraz kenarda kalmış, hatta bir dönem unutulmaya yüz tutmuş ama fikirleri derinden etkili olmuş bir ismiyle, Otto Rank ve onun “Doğum Travması” kavramıyla tanışacağız.

Freud’un yakın çevresinde yer alıp (hatta bir zamanlar Freud’un “veliahtı” olarak görülen) ancak sonradan kendi yolunu çizerek ondan kopan Rank, hepimizin deneyimlediği ama belki de hiç düşünmediği bir an’a odaklanıyor: Doğduğumuz o ilk an. Rank’a göre bu an, sadece fiziksel bir olay değil, aynı zamanda ruhsal dünyamızın temelini atan, hayat boyu sürecek kaygılarımızın kökenini oluşturan derin bir travma.

Engin Geçtan’ın da belirttiği gibi, Rank’ın bu kitabının Türkçe’de yayımlanması gecikmiş olsa da, belki de tam zamanında oldu. Özellikle bireyselleşme ve geleneksel bağlar arasında gidip geldiğimiz, hızlı değişimler yaşadığımız bu dönemde, Rank’ın fikirleri kendi içsel çatışmalarımızı anlamlandırmamıza yardımcı olabilir. Çünkü bilgiler, ancak yaşadıklarımızla buluştuğunda gerçekten anlam kazanıyor. Gelin, bu ilginç ve sarsıcı fikre daha yakından bakalım.

Bölüm 1: Kayıp Cennet – Anne Karnı

Rank’a göre yolculuğumuz, mutlak bir huzur ve birlik haliyle başlar: anne karnı. Orada, ihtiyaçlarımızın anında karşılandığı, çaba göstermemize gerek olmayan, annemizle tam bir bütünlük içinde olduğumuz, adeta cennetvari bir dönem geçiririz. Dış dünyanın zorluklarından, ayrılıklardan, çabalardan uzağızdır. Bu hayatımızın ilk ve belki de en temel “iyi” durumudur. Rank, bu dönemin bilinçdışımızda silinmez bir iz bıraktığını ve hayatımız boyunca farkında olmadan bu birleşme ve huzur haline geri dönme özlemi taşıdığımızı öne sürer. Bu, bir nevi “kayıp cennet” arayışıdır.

Bölüm 2: Büyük Sarsıntı – Doğum Anı

Ve sonra o an gelir… Doğum. Rank için bu, sadece dünyaya “merhaba” demek değildir; aynı zamanda o korunaklı, çabasız varoluştan kopuş, ilk büyük ayrılık ve dehşet verici bir şoktur. Düşünün: Sıcak, sarmalayan, bilindik bir ortamdan; soğuk, yabancı, talepkar bir dünyaya itiliyoruz. İlk kez nefes almak için çabalıyor, ilk kez anneden ayrı bir varlık olduğumuzu deneyimliyoruz. Rank, bu geçişin yarattığı fizyolojik ve psikolojik sarsıntının, hayatımızdaki tüm kaygıların kökenini oluşturan “birincil kaygı“yı (primal anxiety) doğurduğunu iddia eder. Artık o cennetvari birlik sona ermiştir ve bu travma, ruhsal yapımızın temel taşı haline gelir.

Bölüm 3: Yaşam Boyu Yankılar – Ayrılık Kaygısı, Yaşam ve Ölüm Korkusu

Peki, bu ilk travma sadece bir anı olarak mı kalır? Rank’a göre hayır. Bu ilk ve en köklü ayrılık deneyimi, hayatımız boyunca karşılaştığımız diğer ayrılık anlarında tekrar tekrar canlanır. Okula ilk başlama, evden ayrılma, bir ilişkinin bitişi, sevilen birinin kaybı… Tüm bu deneyimler, bilinçdışımızda o ilk ayrılık kaygısını tetikler.

Rank, burada Engin Geçtan’ın da dikkat çektiği temel bir insani çatışmayı tanımlar: Yaşam korkusu ve Ölüm korkusu.

  • Yaşam Korkusu: Bağımsızlaşma, ayrışma, kendi yönünü belirleme korkusudur. Çünkü birey olmak, o ilk acı verici ayrılığı ve yalnızlığı hatırlatır. Kendi benliğimizi ortaya koymak ürkütücüdür.
  • Ölüm Korkusu: Bağımsızlığı yitirme, başkasına veya bir gruba karışıp benliğini kaybetme, yani o çabasız, birlik içindeki rahim durumuna dönme arzusudur. Ancak bu da “birey” olarak ölmek anlamına gelir.

Hayatımız boyunca bu iki korku arasında salınırız: Bir yandan bağımsız bir birey olmak isterken (yaşam korkusu), diğer yandan güvende hissedeceğimiz bir birliğe (ölüm/rahim korkusu) özlem duyarız. Bu temel çatışma, Rank’a göre, sürekli bir suçluluk duygusu yaratır: Ya bağımsızlaşarak bağları koparmanın (çevreye ihanet) suçluluğu ya da birliğe sığınarak kendimize ihanet etmenin suçluluğu. Bu ikilem, kararlarımızı, ilişkilerimizi ve genel hayat duruşumuzu derinden etkiler.

Bölüm 4: Sembollerin Dili – Travmayı Aşma Çabaları

Rank’ın teorisinin en büyüleyici yanlarından biri, bu doğum travmasıyla başa çıkma çabasının sadece bireysel hayatlarımızda değil, aynı zamanda kültürel ve sanatsal yaratımlarımızda da kendini gösterdiğini iddia etmesidir. Ona göre mitler, dinler, sanat eserleri, felsefi sistemler ve hatta rüyalarımız bile bu ilksel travmayı anlama, işleme ve aşma çabalarının sembolik ifadeleridir. Gelin birkaç örneğe bakalım:

  • Çocukluk Korkuları ve Fobiler: Karanlık korkusu (rahmin karanlığını ama yalnızlığı çağrıştırır) veya hayvan fobileri. Rank’a göre, büyük hayvanlardan (at, inek vb.) korkmak, yutucu, kapsayıcı anneyle ilgili olabilirken; fare, yılan, böcek gibi küçük, deliklere giren hayvanlardan korkmak ise hem rahme geri dönme arzusunu/korkusunu hem de doğum kanalından geçişi veya penisi/cenini sembolize edebilir.
  • Oyunlar: Saklambaç (ce-ee) oyunu ayrılma ve yeniden bulma temasını güvenli bir alanda tekrar tekrar yaşatır. Salıncak gibi ritmik oyunlar rahimdeki hareketleri çağrıştırır.
  • Mitler ve Masallar: Kahramanların mucizevi ya da zorlu doğumları, terk edilip hayvanlarca büyütülmeleri (sütten kesilme travması yankısı?), canavarlar tarafından yutulup kurtarılmaları (Kırmızı Başlıklı Kız, Yedi Keçi Yavrusu), içinden çıkılması zor labirentler (Theseus’un Ariadne’nin ipiyle -göbek bağı?- çıkışı) veya Troya atı (anne karnına hileli dönüş) hep doğum, ayrılık, rahim ve yeniden birleşme temalarını işler. Sfenks’in kendisi bile yarı insan yarı hayvan formuyla anneden ayrılma mücadelesini temsil edebilir.
  • Din: Cennet tasavvurları (kayıp rahim), cehennem tasvirleri (doğum travmasının acı ve korku dolu yanı, sıkışma, ateş), yeniden doğuş ritüelleri (travmayı sembolik olarak aşıp yeniden başlama) hep bu kökenle ilişkilidir.
  • Sanat ve Mimari: Evler, tapınaklar, şehirler gibi korunaklı yapılar anne rahminin güvenliğini sembolize eder. Sanatsal yaratım süreci, doğum sancılarına benzetilebilir.
  • Rüyalar: Suyla ilgili rüyalar, dar yerlerden geçme, düşme, uçma, takip edilme gibi rüya motifleri doğum anını veya rahimdeki durumu yansıtabilir.

Rank, tüm bu alanlarda bilinçdışımızın o ilk deneyimi tekrar tekrar sembolik olarak canlandırarak onu anlamlandırmaya ve baş edilebilir kılmaya çalıştığını düşünür.

Bölüm 5: Rank ve Freud – Yollar Ayrılırken

Rank, Freud’un Viyana’daki ilk psikanaliz çevresinin önemli ve tıp kökenli olmayan tek üyesiydi. Başlangıçta Freud tarafından çok desteklenmiş, hatta “en sevdiği oğlu” gibi görülmüştü. Ancak Rank’ın “Doğum Travması” kitabını yayınlaması, psikanalizin temel kavramlarıyla (özellikle Oidipus kompleksinin merkeziliğiyle) çeliştiği gerekçesiyle büyük bir tepkiyle karşılandı ve Freud’la aralarının tamamen açılmasına neden oldu. Freud, Rank’ın kendisiyle analiz yapmasında ısrar etse de, bu kopuşu engelleyemedi ve Rank psikanalizden ayrılarak kendi yolunu çizdi.

Temel ayrım şuydu: Freud, doğum travmasının ilk kaygı kaynağı olduğunu kabul etse de, ilerleyen yaşamdaki nevrozları daha çok Oidipus kompleksi ve hadım edilme kaygısına bağladı. Rank ise, hadım edilme kaygısının bile kökeninde anneden ayrılma olan o “ilk hadım edilişin” yattığını ve yaşamdaki çoğu kaygının, doğum anındaki o ilk ayrılık travmasının tekrarı olduğunu savundu.

Bölüm 6: Rank’ın Terapi Anlayışı: Yeniden Doğmak

Rank için terapi süreci de bu temel fikir etrafında şekillenir. O, terapi ortamını (divan, analistin görünmezliği, sakin oda) bilinçdışının anne karnı ortamını çağrıştırması olarak görürdü. Terapist, hastanın libidosunu üzerine aktardığı bir anne/ebe figürüydü. Terapinin kendisi, özellikle de bitiş süreci, doğumun sembolik bir tekrarıydı. Hastanın analistten (anne ikamesinden) ayrılması, o ilk travmatik ayrılığın bu kez daha bilinçli ve başarılı bir şekilde yaşanması, yani bir nevi “yeniden doğuş” anlamına geliyordu. Amaç, hastanın o ilk travmaya takılıp kalmak yerine, bu sembolik ayrılığı başarıyla tamamlayarak hayata devam etmesini sağlamaktı.

Bölüm 7: Bugünün Yankıları – Rank’ın Mirası

Rank’ın “Doğum Travması” teorisi, kendi döneminde tartışmalı bulunmuş ve Freud’un gölgesinde kalarak bir süre unutulmuş olsa da, özellikle son yıllarda yeniden değer kazanıyor. Peter Orban’ın da belirttiği gibi, 1970’lerden itibaren ortaya çıkan ve doğum deneyimine odaklanan birçok yaklaşım, Rank’ın öncü sezgileriyle örtüşüyor:

  • Arthur Janov’un Primal Terapisi ve travmatik deneyimleri yeniden yaşayarak boşaltma fikri.
  • Stanislav Grof’un Holotropik Nefes gibi tekniklerle doğumun farklı evrelerini deneyimletmesi.
  • Leonard Orr’un Rebirthing (Yeniden Doğuş) terapisi.
  • Frederick Leboyer’in öncülük ettiği Nazik/Doğal Doğum akımları ve doğum travmasını azaltma çabaları.
  • Lloyd de Mause’un Psikotarih çalışmaları ve doğum pratiklerinin kültürel etkileri.

Bu yaklaşımlar, Rank’ı doğrudan anmasa bile, doğum deneyiminin psikolojik önemine dikkat çekerek onun fikirlerinin güncelliğini kanıtlıyor. Modern yaşamın getirdiği bireysellik baskısı ile yalnızlık korkusu arasındaki gerilim, ilişkilerdeki bağlanma ve ayrılma dinamikleri, aidiyet arayışımız gibi konularda Rank’ın “yaşam korkusu” ve “ölüm korkusu” ikilemi bize hala ışık tutabilir.

Bölüm 8: Eleştirel Bir Bakış ve Sınırlılıklar

Elbette Rank’ın teorisine eleştirel yaklaşmak da mümkün. Her şeyi tek bir nedene, doğum travmasına bağlama eğilimi (indirgemecilik) sorgulanabilir. Peter Orban’ın da işaret ettiği gibi, ruhsal oluşum belki de doğumdan önce, rahim içi dönemde başlıyor ve o dönemin kendi travmaları olabilir. Ayrıca, kolektif bilinçdışı veya genetik miras gibi faktörler de göz ardı edilemez. Rank’ın fikirlerinin büyük ölçüde klinik gözlem ve yorumlara dayanması, ampirik olarak test edilmelerini zorlaştırır. Yine de bu eleştiriler, Rank’ın getirdiği temel içgörülerin değerini azaltmaz.

Sonuç – Düşünmeye Davet

Otto Rank’ın doğum travması fikri, radikal ve belki de kanıtlanması zor bir iddia. Ancak bizi, varoluşumuzun en başına, o ilk nefese ve ilk ayrılığa götürerek, bugünkü duygularımızın, korkularımızın ve özlemlerimizin kökenleri hakkında derinlemesine düşünmeye davet ediyor. Belki de hayatımızdaki o açıklanamayan boşluk hissi, o birleşme arzusu ya da o nedensiz kaygı, sadece dokuz ay öncesinden, o ilk ve en güvenli yuvadan ayrılışımızın bir yankısıdır?

Rank’ın kendi dramatik yaşam öyküsü – Freud’un kanatları altından ayrılarak kendi fikirleri uğruna “hain” ilan edilmeyi göze alması ve sonrasında farklı ekolleri etkilemesi – sanki kendi teorisinin bir yansıması gibi: Acı veren bir ayrılık ve ardından gelen zorlu bir bireyselleşme süreci…

Siz ne düşünüyorsunuz? Tek bir an, doğduğumuz o an, hayatımızın geri kalanını bu kadar derinden şekillendirmiş olabilir mi? Yoksa insan ruhu bundan daha mı karmaşık? Yorumlarda düşüncelerinizi paylaşmaktan çekinmeyin!

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir