Yazı 2: Psikolojinin Kısa Tarihi: Ana Akımlar ve Kurucular

İlk yazımızda psikolojinin ne olduğunu ve ne olmadığını konuştuk. Peki, insan zihnini ve davranışını anlama çabası ne zaman başladı? Psikoloji, bir gecede ortaya çıkmış bir bilim değil; aksine, binlerce yıllık felsefi merakın ve yaklaşık 150 yıllık bilimsel birikimin bir ürünüdür. Bu yazıda, zamanda geriye gidip psikolojinin doğumuna tanıklık edecek ve bugünkü modern psikolojiyi şekillendiren büyük fikir savaşlarına, öncü isimlere ve devrim niteliğindeki ekollere daha yakından göz atacağız.

Felsefi Kökler: Her Şey Bir Soruyla Başladı

İnsan doğasına dair sorular yeni değildir. Antik Yunan’da Sokrates, Platon ve Aristo gibi filozoflar, günümüz psikolojisinin de temelini oluşturan sorularla boğuşuyorlardı: “Zihin nedir ve bedenden ayrı mıdır?”, “Bilgi doğuştan mı gelir (nature), yoksa deneyimle mi kazanılır (nurture)?”, “İnsanlar neden bazen bile bile mantıksız davranır?”. Onların bu ilk sorgulamaları, psikolojinin tohumlarını ekti. Yüzyıllar sonra René Descartes gibi düşünürler, zihin ve beden arasındaki ilişki üzerine kafa yorarak bu felsefi mirası devam ettirdiler. Ancak tüm bu düşünceler felsefi birer tartışmaydı; kontrollü gözlemlere ve deneylere dayanmıyorlardı.

Yüzyıllar boyunca bu sorular felsefenin alanında kaldı. Ta ki 19. yüzyılın sonlarına kadar…

Psikolojinin Doğumu: Bir Laboratuvar Her Şeyi Değiştirir

Tarih 1879, yer Almanya’nın Leipzig şehri. Wilhelm Wundt adında bir fizyolog ve filozof, tarihin ilk resmi psikoloji laboratuvarını kurarak psikolojiyi felsefeden ayırıp kendi başına bir bilim dalı haline getirdi. Wundt’un amacı, tıpkı bir kimyagerin suyu elementlerine (hidrojen ve oksijen) ayırması gibi, insan bilincini en temel yapı taşlarına ayırmaktı: duyumlar, hisler ve imgeler.

Bu ilk ekole Yapısalcılık (Structuralism) adı verildi. Kullandıkları yöntem ise içebakış (introspection) idi. Katılımcılara bir metronom sesi dinletiliyor veya bir elma gösteriliyor, ardından onlardan bu deneyimin zihinlerinde uyandırdığı tüm duyumları, hisleri ve düşünceleri en temel parçalarına ayırarak anlatmaları isteniyordu. Ancak bu yöntem çok özneldi. Bir elmanın bende uyandırdığı “kırmızı, parlak, tatlı” hissiyle, sizde uyandırdığı “gevrek, sulu, nostaljik” hissi aynı olmayabilirdi. Bu yüzden Yapısalcılık, güvenilir olmamakla eleştirildi.

Tam bu sırada Amerika’da William James, Yapısalcılığa bir alternatif sundu. İşlevselcilik (Functionalism) olarak bilinen bu akıma göre asıl önemli olan, bilincin yapısı değil, işleviydi. “Elma algısı neden oluşur?” yerine, “Elmayı algılama yeteneğimiz hayatta kalmamıza nasıl yardımcı olur?” diye sordular. James’e göre zihnimiz, sürekli değişen çevreye uyum sağlamamızı sağlayan bir araçtı. Bu pratik ve amaca yönelik bakış açısı, Amerikan psikolojisinin ruhunu şekillendirdi.

Büyük Fikir Savaşları: Psikolojiyi Şekillendiren Ekoller

Wundt ve James’in tartışmaları bir kapıyı aralamıştı ve bu kapıdan giren farklı düşünürler, psikolojinin ne olması gerektiğine dair kendi devrimci fikirlerini ortaya attılar.

1. Psikanaliz: Buzdağının Görünmeyen Yüzü

Viyanalı bir hekim olan Sigmund Freud, psikoloji sahnesine yepyeni ve radikal bir fikirle çıktı. Ona göre davranışlarımızı yönlendiren asıl güç, farkında olduğumuz bilinçli zihnimiz değil, farkında olmadığımız bilinçdışı (unconscious) idi. Freud’a göre kişilik; ilkel arzularımızı (id), gerçeklikle denge kuran mantığımızı (ego) ve toplumsal kuralları içselleştiren ahlak bekçimizi (süperego) içeren bir çatışma alanıydı. Bastırılmış cinsel ve saldırgan dürtüler, çocukluk travmaları ve çözülmemiş çatışmalar, rüyalarda, dil sürçmelerinde (“Freudian slip”) veya psikolojik rahatsızlıklarda kendini gösteriyordu. Freud’un bu yaklaşımı, o dönem için devrim niteliğindeydi ve psikolojiyi popüler kültüre taşıdı.

2. Davranışçılık: “Ne Düşündüğün Değil, Ne Yaptığın Önemli”

Freud’un zihnin karanlık dehlizlerine inmesine karşılık, John B. Watson, Ivan Pavlov ve B.F. Skinner gibi isimler tam tersini savundu. Onlara göre zihin, gözlemlenemeyen bir “kara kutu” idi ve bilimsel olarak incelenemezdi. Psikoloji eğer gerçek bir bilim olacaksa, sadece gözlemlenebilir ve ölçülebilir olan davranışa odaklanmalıydı. Pavlov’un köpeklerin zil sesini yiyecekle ilişkilendirerek salya salgılamasını sağladığı klasik koşullanma deneyleri ve Skinner’ın bir davranışın sonucunun (ödül veya ceza) o davranışın tekrarlanma olasılığını nasıl etkilediğini gösterdiği edimsel koşullanma çalışmaları, öğrenmenin ve davranış değişikliğinin temel ilkelerini ortaya koydu. Bu ekol, insan davranışının çevre tarafından şekillendirildiğini iddia ediyordu.

3. Hümanist Psikoloji: “Üçüncü Güç”

1950’lere gelindiğinde psikoloji, iki kutba ayrılmış gibiydi: Psikanalizin insanın bilinçdışı tarafından yönetilen karamsar bakış açısı ve Davranışçılığın insanı çevresel etkilere tepki veren bir makine gibi gören mekanik yaklaşımı. Bu iki ekole tepki olarak Abraham Maslow ve Carl Rogers önderliğinde Hümanist Psikoloji doğdu. Bu “üçüncü güç”, insanın özgür iradesine, potansiyeline, büyüme arzusuna ve kendini gerçekleştirme (self-actualization) hedefine odaklandı. Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi, insanın temel ihtiyaçları karşılandığında potansiyelinin zirvesine ulaşmaya çalıştığını öne sürdü. Rogers ise terapide “koşulsuz olumlu kabul”ün önemini vurgulayarak, her bireyin doğasının temelde iyi olduğunu ve gelişme kapasitesine sahip olduğunu savundu.

4. Bilişsel Devrim: Kara Kutuya Geri Dönüş

1960’larda bilgisayarların yükselişiyle birlikte psikologlar, zihni yeniden incelemeye cesaret buldular. Zihni, bilgiyi alan (input), işleyen, depolayan ve bir çıktı (output) üreten bir bilgisayar gibi görmeye başladılar. Bilişsel Psikoloji, düşünme, hafıza, algı, problem çözme ve dil gibi zihinsel süreçleri bilimsel yöntemlerle inceleyerek Davranışçılığın “kara kutu”sunun kapağını cesurca araladı ve modern psikolojinin temellerini attı. Artık sadece davranış değil, o davranışın ardındaki düşünce kalıpları da bilimin konusu olmuştu.

Günümüz Psikolojisi: Bütüncül ve Çok Yönlü Bir Yaklaşım

Bugün psikoloji, tek bir ekolün hakimiyetinde değildir. Modern bir psikolog, bir sorunu anlamak için genellikle Biyopsikososyal Modeli benimser. Bu model, insan davranışını üç farklı seviyede analiz eder:

  • Biyolojik: Genetik yatkınlıklar, beyin kimyası, hormonlar.
  • Psikolojik: Öğrenilmiş korkular, düşünce kalıpları, duygusal tepkiler.
  • Sosyo-kültürel: Aile beklentileri, akran baskısı, kültürel normlar.

Bu tarihsel yolculuk, psikolojinin ne kadar dinamik ve sürekli gelişen bir alan olduğunu gösteriyor. Her bir ekol, bir öncekinin eksiğini tamamlayarak veya ona meydan okuyarak bilimin zenginleşmesini sağlamıştır.

Gelecek Yazı: Psikolojide Bilimsel Yöntem

Kaynakça ve İleri Okuma

  • Schultz, D. P., & Schultz, S. E. (2015). A History of Modern Psychology. Cengage Learning.
  • Freud, S. (1900). The Interpretation of Dreams.
  • Skinner, B. F. (1938). The Behavior of Organisms: An Experimental Analysis.
  • Rogers, C. R. (1961). On Becoming a Person: A Therapist’s View of Psychotherapy.
  • Maslow, A. H. (1943). A theory of human motivation. Psychological Review, 50(4), 370–396.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir